TR EN

Dil Seçin

Ara

Satır Arkası

Satır Arkası

Irmak, ULAK’ta boşa akmış!

Yönetmen Çağan Irmak’ın ses getiren Babam ve Oğlum filminden sonra yeni filmi Ulak merakla bekleniyordu. Fakat filmi izleyen eleştirmenler ve sinemaseverler yönetmenin bir önceki filmindeki başarıyı bu kez yakalayamadığı görüşünde. Onlardan biri de Rasih Yılmaz:

“Açıkçası ‘kötülerin niye kötü olduğu, iyilerin nasıl kazandığı’, ‘çocuklar geleceğimizdir’ mesajının kör göze parmak şeklinde sokulduğu, varsa bir inanç veya din metaforunun adının konulmadığı, bir masala inanmak ile bir inanca sahip olmanın aynı oranda değer gördüğü Ulak, bir ruh ve mantık karmaşası sunmanın ötesinde seyirciye derdini anlatmaktan uzak kalmış.

Ulak’a iddia edildiği gibi fantastik sinema demek bu türün ‘pir’lerine hakaret olur... Belki ‘mistik sinema’ arayışı denilebilir. Ama bu noktada ciddi bir bilgi noksanlığı ve cehaletten bahsetmek de mümkün gibi duruyor. Öyle ki iki farklı tespitte bulunmak kaçınılmaz oluyor; ya Çağan Irmak dinler tarihini bilmiyor ve din olgusunun kökenlerine dair bir alt yapıya sahip değil (bu yüzden cahil cesur olur tezi ortaya atılabilir) ya da modern insana yeni bir ‘manevi tatmin’ sistemi empoze etmeye çalışıp enteresan bir açılım sunmak gibi kişisel bir misyon üstlenmiş!

Kısacası, bu kez bir Çağan Irmak filmi izlemek için sinemaya gitmek isteyenler, karşılarında ‘Babam ve Oğlum’un yönetmeninden gerçekten de ‘şaşırtan’ bir yapım bulacaklar. Çünkü filmin yönetmeninin kafası bizce oldukça karışık. Bu tezi ortaya atmamızın sebebi ise Irmak’ın komin bir sosyalist yaklaşım da dahil olmak üzere her türlü inanç sisteminden biraz alıntı yapmış ama yine de net bir fikri perdeye yansıtamamış, kendi manevi boşluklarının fotoğrafıyla izleyiciyi karşı karşıya bırakmış olması!

 

***

 

Hangisi Modern?

Yüz yılı aşkın bir süredir bir gariplik var bu ülkede. Osmanlı toplumunun Batı karşısında geri kaldığını anlayan, ama niçin geri kaldığını anlamayan, o yüzden de Batılılar gibi giyinmek ve tüketmek suretiyle problemi çözeceğini sanan bir “yüzeysel çağdaşlaşmacılar” sorunu var ülkemizde.

İslami düşünür Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, bu sorunu daha ilk ortaya çıktığı zamanlarda, 19. yüzyılda teşhis etmişti. “Bir Fransız gibi giyinen, bir İngiliz gibi gezinen, bir İtalyan gibi şarkı söyleyenimiz var; fakat bir zırhlı yapacak mühendisimiz, bir fabrika kuracak adamımız yok.” diyordu. Bugün mühendislerimiz ve fabrikatörlerimiz var, ama “yaşam tarzı saplantısı”nın sahiplerinde pek bir gelişme yok.

Bakın bu işi bir senaryo üzerinde düşünelim: Diyelim ki, mini etekli, şirin mi şirin bir genç kızımız var. “Cumhuriyet mitingleri”nde bayrak sallamayı pek seviyor. Ama bu kızımızın ne bilimle ne de toplumsal meselelerle ilgisi var. Aslında vaktinin çoğu, Paris Hilton’un son skandalını takip etmekle geçiyor. Hayatta kendi başına ayakta durmak fikrini pek cazip bulmadığı için, harıl harıl “zengin koca” arıyor.

Bir de başörtülü bir genç kız var. Üniversitede sosyoloji okuyor. Yüksek lisans yapıp “Postmodernite ve Türkiye yansımaları” diye bir tez yazmayı planlıyor. Sosyolojiyle yakından ilgili. Kürt sorunuyla alakadar. Ekonomik özgürlüğünü kazanmak istiyor. İlla “zengin” değil, ama değerlerine uygun bir eş umuyor.

Sizce bu iki kızdan hangisi daha modern ve gelişmiştir? Yüzeysel çağdaşlaşmacılara kalırsa, birincisi. Oysa sembollerle düşünmek yerine analiz etmeyi bilen bir sosyal bilimci, size asıl ötekisinin modern ve gelişmiş olduğunu söyleyecektir. (Mustafa Akyol)

 

***

 

Zamazingo çağı

Cep telefonları elimize yapışalı beri, içinde yaşadığımız çağa ‘zamazingo çağı’ diyebiliriz galiba. Teknolojinin yerli yersiz pek çok özelliği tek bir alette topladığı bu çağda, yetişkin insanlar çocukluklarını yeterince yaşayamamış olmanın acısını mı çıkarıyorlar nedir, teknolojik aletlere bayağı bir düşkünleştiler doğrusu. Bu durumu Gökhan Özcan da fark etmiş olacak ki köşesine taşımış. Tespitleri hakikaten ilginç:

“Tuhaf bir zamanda yaşadığımız kesin... Teknoloji yavaş yavaş aklımızı başımızdan alıyor. Bir mağazaya giriyorsunuz, bir ütü ya da düdüklü tencere alacaksınız, sizi öyle bir enformasyon bombardımanına tutuyorlar ki ne olduğunuzu anlamadan su da kaynatabilen, türkü de çalabilen, sessiz de durabilen bir elektrik süpürgesi alıp çıkıyorsunuz. Ben gerçekten fena halde afallıyorum teknoloji satılan bu acayip mağazalarda. O afallama ve panikle en yakınımdaki bir ultra-marifet zamazingo kapıp kasada alıyorum soluğu. Eve gelince aldığım şey bana bile büyük sürpriz yaşatıyor. Geçen gün bir elektrikli bıçak seti almışım mesela, hem soğanı ekip halinde ince ince doğruyorlar, hem de acayip bir ritim tutturarak Flamenko yapıyorlar. Islıkla Rodrigo çalan elektrik tırnak kemiricidense hiç söz etmeyeceğim.

Bütün bu zamazingolar, kendi yapmaları gereken işin dışındaki milyonlarca başka lüzumsuzluğu niye yaptıklarını bilmediğim elektrikli ukalâlar... Hayatın nasıl bir şeye dönüşmekte olduğu noktasında bana büyük endişe ve tedirginlik veriyorlar. Çünkü kendileri böyle ucubelere dönüşmekle kalmıyorlar, insanları da dönüştürüyorlar. Yeni özellikler eklenen versiyonları almak üzere iki ay önce kendisine aynı heyecanı yaşatmış zamazingosundan hemen vazgeçmeye tav, gözü dönmüş bir güruh olmak üzereyiz. Yanılıyor muyum? Yoksa sadece bana mı öyle geliyor? Belki de acilen güncellenmem gerekiyordur!”

 

***

 

Bütün İnsanlar

“Dünya gezegeni hakkında yanlış bilgi vermek istemem. Aslında insanlar dünyada pek az yer işgal ederler. Dünyadaki tüm insanlar bir araya gelse, otuz kilometre uzunluğunda ve otuz kilometre genişliğindeki bir alana kolayca sığabilirler. Yani Pasifik Okyanusu’ndaki küçücük bir ada, bütün insanları kolaylıkla içine alabilir. Ama elbette ki büyükler buna inanmazlar. Kendilerinin çok yer kapladığını düşünürler.”

 Saint Exupery, Küçük Prens’ten.

 

***

 

Obezite bir yaşam tarzı!

Sağlık ekonomisti Eric Finkelstein’dan, obeziteye yeni yorum: Ekonominin gelişmesi obezliği tetikliyor. Obezite sağlık sorunundan çok, yaşam tarzı...

ABD’de yetişkinler arasındaki obezite oranları rekor seviyeye ulaşırken, sağlık ekonomisti Eric Finkelstein, yeni kitabı Şişmanlayan Amerika’da, obezitenin bir sağlık sorunundan çok, bir yaşam tarzı seçimi haline geldiği yorumunu yapıyor. Finkelstein’e göre, “Obezite, gelişen ekonominin doğal bir uzantısı. Dünyanın bir numaralı ekonomisi olup da, emekten tasarruf eden aletlere sahip olunca, gıdaya erişim de kolaylaşınca insanlar daha çok yiyip daha az egzersiz yapmaya başlıyor.”

Yetişkinlerde obezite 1960-2004 yıllarında iki kattan fazla artarak % 13’ten % 33’e yükselmiş durumda. Dünyada yetişkinler arasında obezitenin en çok sorun olduğu ülke ise genelde ABD olarak bilinir ama aslında % 35 ile petrol zengini Suudi Arabistan.

 

***

 

Servis anneleri

Cem Yılmaz’ın şeytan tüyünden midir nedir, reklamlarda dalgasını geçtiği “Eğitim Şart!” sloganı tuttu. Son birkaç yıldır anne babalarda inanılmaz bir “çocuğum okusun adam olsun!” bilinci gelişti. Artık aileler, salt okulla yetinmeyi çocuğa karşı ilgisizlik sayıyorlar. Başta dersaneler olmak üzere değişik kurslara çocuğu yollamak işin normal prosedürü haline geldi. Bu arada bir de “servis anneleri” diye bir güruh ortaya çıktı. Bu güruh çocuklarını okuldan dersaneye, dersaneden özel kursa taşır oldular.

Çoğunlukla hafta sonları yollarda görüyoruz servis annelerini... Ya direksiyonda, arka koltuktaki ufaklığa laf yetiştirmeye çalışırken... Ya bir kurs veya antrenman kapısında beklerken... Ya da ufaklığın minicik eline yapışmış, hızlı adımlarla koştururken...

Kimi bakımlı; kursiyer kendisiymiş gibi meraklı... Kimi evde sofra toplarken ellerini havluya kurulayıverip sokağa fırlamışçasına telaşlı... Saati kurulmuş yüz binler halinde sokağa dökülüyorlar; kâh hafta içi okul çıkışı, kâh mahmur bir cumartesi-pazar sabahı... Yanlarında birer proje dosyası gibi taşıyorlar çocuklarını... Ondan iyi bir balerin yapacaklar; veya tenisçi ya da matematikçi...

Servis annelerinin kimi ölçüsüz bir fedakârlıkla çocuğuna formasyon desteği ya da istikbal alternatifi sunabilmek için çırpınıyor; kendi ana babasından görmediklerini yavrusu görsün istiyor; kendinden çaldığı zamanı ona veriyor. Kimi ise, yaşamında ıskalayıp yıllarca içinde gezdirdiği ukdeyi salıveriyor; kendi eksikliklerini, yarım bıraktıklarını, olamadıklarını evladının tamamlamasını istiyor.

Çoğunlukla hafta sonları bir kurs ya da antrenman giriş-çıkışlarında karşılaşıyoruz servis anneleriyle... Minik elleri telaşla çekiştirerek koşturuyorlar evleriyle çocuklarının etkinlikleri arasında... Belki de, yaşadıkları hayatla, çocuklarına yaşatmak istedikleri hayat arasında...

 

***

 

Koreliler depresyona çözüm buldu

“Güney Kore’de şu sıralar, depresyonla savaşan ya da hayatlarından sıkılıp yeni bir hayata başlamak isteyenler için düzenlenen “Yeniden doğuş” cenaze törenleri çok moda. Daha iyi bir gelecek isteyen Koreliler, Korea Life Consulting isimli şirkete giderek kendilerine “sahte” cenaze töreni düzenliyorlar. Yeniden doğmak isteyen kişi önce gelecekle ilgili dileklerini dile getiriyor. Yakınlarına yazdığı vasiyetnameyi yüksek sesle okuyor.

Ardından da tabutun içine giriyor. Töreni düzenleyen kişi çınlayan sesiyle ayini gerçekleştiriyor ve ardından tabut kapatılıyor. Bu sırada “ölen” kişi için ağıtlar yakılmaya başlıyor. 15 dakika sonra tabut yeniden açılıyor ve insan yeniden doğuş ritüelini yerine getirmiş oluyor. Tören için kişi başına 355 dolar alınıyor. “Sahte” cenaze töreni kimi kesimler tarafından “şarlatanlık” ve “dolandırıcılık” olarak ifade ediliyor. Ancak bu sayede yeniden doğduğuna inanan birçok kişi hayatlarında ve işlerinde daha başarılı olduğunu iddia ediyorlar. Üç yıl içinde 50 bin kişi kendisi için yeniden doğuş töreni yaptırdı. Hatta ülkenin en büyük elektronik devlerinden olan Samsung, geçen yıl 900 çalışanını, paralarını bizzat kendisi ödeyerek bu törene gönderdi.”

Haberde geçtiği gibi bazıları Korelilerin depresyona bulduğu bu çözümü şarlatanlık olarak nitelendirse de, ölümü hatırlamanın ve bir şekilde onunla rabıta kurmanın, insanın yaşadığı hayata başka bir gözle bakmasını netice vereceği psikolojik açıdan sabittir. Korelilerin yaptığına belki de “Kore usulü rabıta-ı mevt” ismini vermek gerek.

 

***

 

Kızılderili bilgelikleri

Beyaz ve zalim bazı insanların Amerika’ya adım atmasıyla kaderleri değişen ve asimilasyona uğrayan Kızılderililerin sözleri, yüzlerce yıl öncesinden günümüze bilgelik taşıyor. İşte onlardan bazıları:

- Derinin rengi insanları farklı kılmaz. İyi iyidir, kötü kötüdür. Büyük Yaratıcı hepimizi kardeş olarak yaratmıştır.

- Arkamdan yürüme, ben öncün olmayabilirim. Önümde yürüme, takipçin olmayabilirim. Yanımda yürü, böylece ikimiz de eşit oluruz.

- Bir düşman çok, yüz dost azdır.

- Yeryüzüne iyi muamele et. O babanızın malı değil, onu çocuklarınızdan ödünç aldınız.

- Komşunun hakkında hüküm vermeden önce iki ay onun ayakkabılarıyla yürü.

- Eğer herkes bir başkası için bir şey yaparsa dünyada ihtiyaç içinde kimse kalmaz.

- Yanlışı gören ve önlemek için elini uzatmayan, yanlışı yapan kadar suçludur.

- İnsan tabiattan uzaklaştıkça kalbi katılaşır.

- Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, beyaz adam paranın yenemeyen bir şey olduğunu anlayacak.