TR EN

Dil Seçin

Ara

Sevgi mi, Düşmanlık mı?

İnsanî özellikleri hırpalayan ve insanı bazen canavarlara rahmet okutacak kadar alçaltan bir his var: Düşmanlık!

Toplumda çoğu kimsenin bu hisse mağlup olduğunu ve iç aleminin sürekli bir çalkantı içinde bulunduğunu görüyoruz. Bu tehlikeli sonuca çıkan nice yollar mevcut. Bunlardan sadece birkaçı: Dünya sevgisi, menfaat çatışması, haset, kıskançlık, kibir...

Ben bunları sayarken aklım bir noktaya takıldı: Bu his insan ruhuna niçin verilmişti? Her halde bu saydığım kötü sonuçların doğması için değil.

İnsan ruhuna işlenen her duygunun, her hissin birer ilâhî ihsan olduğu muhakkak. Şu var ki insanoğluna “cüz’i irade” verildiğinden bu çok çeşitli ve zengin sermaye, doğru yolda kullanılabildiği gibi, yanlış sahalara da yönlenebiliyor.

İnsanların düşünce ve davranışlarındaki farklılık yanında ahiretteki saadet ve azap menzillerindeki çeşitlilik de hep bu sermayenin şöyle veya böyle kullanımıyla ortaya çıkıyor.

Görme duygusunun “kâinattaki ilâhî sanatları seyretme” yahut “haram sahaları dolaşma” şeklinde iki ayrı kullanım sahası olduğu gibi, insandaki her bir manevî cihazın da böyle doğru ve yanlış kullanışları, serbest ve yasak bölgeleri var. Bunların tamamını burada sayacak değilim. Sadece “sevmek ve düşman olmak” üzerinde biraz durmak istiyorum.

İnsanın görme, işitme gibi “zahirî duyguları” yanında bir de “batınî duyguları” var. Bunlardan ikisi konumuzla yakından ilgili: Kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye; yani menfaatı celb etme ve zararları def etme duyguları.

Her ikisinin de yerinde kullanılmaları kalp alemine büyük bir huzur ve kazanç getirirken,  yanlış istimalleri de yine büyük zararlara yol açıyor.

İradesiz ve isteksiz bir insan düşünülemeyeceği gibi, öfkesiz, gazapsız insan da düşünülemez. Burada karşımıza İslam’ın şu temel hükmü çıkıyor: Allah için sevmek ve yine Allah için düşman olmak.

“İlahi ahlâkla ahlâklanma”nın bir yönü de bu olsa gerek.

Allah için sevmenin ölçüsü Allah’ın sevdiği kimseleri, O’nun razı olduğu işleri ve halleri sevmektir. Başta iman, salih amel ve takva olmak üzere güzel ahlâkın bütün şubelerini hayatına mal etmeye çalışan kişi, Allah için sevme yolundadır.

Gazap kuvvesini de bunun aksi olarak düşünmek gerekiyor. Allah için düşman olmanın gereği de, iman ve inanç düşmanlarına karşı öfke duymak, onlara kalben olsun düşmanlık beslemek, ayrıca başta küfür ve şirk olmak üzere bütün batıl inançların ve kötü huyların da karşısında olmak, onlardan nefret etmek ve uzak durmaktır.

Burada akla bir soru geliyor? Bu kötü huyları ve yanlış inançları taşıyanlara daima düşman mı olacağız? Onlara her zaman ve her ortamda düşmanca mı davranacağız?

Bu sorunun en güzel cevabını Nur Müellifi’nin şu veciz ifadesinde buluyoruz:

“Bir adam zatı için sevilmez, belki muhabbet sıfat veya san’atı içindir.” (Münazarat)

Bu ifadeden hareketle şöyle diyebiliriz:

“Bir insana zatı için düşman olunmaz, düşmanlık onun kötü sıfatları içindir.”

Mesela, sahtekâr insanları sevmeyiz. Burada nefretimiz sahtekârlık sıfatınadır ve onun bir sonucu olarak da o özelliği taşıyanadır.

İyi olsun, kötü olsun bütün insanlar zatları itibariyle Allah’ın kuludurlar, O’nun eseridirler. O’nun isimlerinin tecelli mahalleridirler. Nefislerine ve şeytana uyarak bu güzelim eseri küfür ve isyanda kullanıyorlarsa, biz o eserlere değil, onların yanlış kullanımına karşı olacağız.

Bütün peygamberler kötü yolda olan insanları ıslah için gönderilmişlerdir. Eğer o kötü kişilere zatları için düşmanlık besleselerdi, onlara hakkı tebliğ etmeleri ve bu kişileri batıldan men etmeye çalışmaları gerekmezdi. Demek ki, Allah, kendi yolunu terk edip nefsine ve şeytana uyan kullarının kurtuluşlarını istiyor ve bunun için peygamberler gönderiyor, kitaplar indiriyor.

O halde, birisine düşmanlık beslerken çok iyi düşünmemiz gerekiyor. Mülk Allah’ın olduğuna göre, biz bir insana düşman olurken Allah’ın bir kuluna, bir eserine düşman olmuş oluyoruz. Allah’ın bundan razı olmayacağı muhakkaktır. Öyleyse düşmanlığımız o şahısların zatlarına değil, kötü sıfatlarına olmalı. Onları taşıyanları ikaz etmeye ve kendilerine doğruyu bildirmeye, güzeli göstermeye çalışmalıyız.

Şu var ki, o kimseler yanlış inançlarını ve bozuk hayat düzenlerini sadece yaşamakla kalmayıp diğer kulları da bu tehlikeli yola sevk etmek için çaba gösteriyorlarsa, yani doğrudan imana ve ahlâka cephe almışlarsa artık onlar Allah’ın kulu olma şerefini terk edip şeytana asker olmuşlardır. Ve bizim, şeytana düşman olduğumuz gibi onlara da düşman olmamız ve insanları onların şerrinden korumak için gayret göstermemiz imanımızın gereğidir.

Bu noktaya kadar düşmanlık üzerinde durduk. Biraz da sevgiden, muhabbetten söz edelim. Yeniden Üstad Bediüzamanın vecizesine dönelim:

“Bir adam zatı için sevilmez, belki muhabbet sıfat veya san’atı içindir.”

İnsanın taşıdığı sıfatlar iki gruba ayrılıyor. Birisi yaratılışında kendisine ihsan edilen özellikler. Diğeri de kendi iradesi ve gayretiyle kazandığı bilgiler, beceriler, faziletler. Nedense, birinciler çoğu zaman hatıra gelmez de ikincilere bakılır ve onlardan söz edilir.

Bilgili insanları severiz, burada sevgi bilgi sıfatınadır, dolayısıyla da ona sahip olan insanadır. Alçak gönüllü insanları da severiz. Burada da sevgimiz tevazu sıfatınadır. O sıfatı taşıyanlar da dolayısıyla sevilirler.

İnsana kendi iradesi dışında bir ilâhî ikam olarak takılan sıfatlara gelince, bunların başında “o insanın Allah’ın en mükemmel eseri olması” gelir. Allah her eserini sever, her canlıya rahmet ve merhamet eder. Ancak en mükemmel eserini, bir başka deyişle, isim ve sıfatlarına en fazla ve en ileri derecede mazhar kıldığı mahlûkunu daha fazla sever. O halde insanı Allah’ın eseri olarak görmek ve onu öylece sevmek de Allah için sevmenin tarifine girer.

Nur Külliyatında geçen şu cümle konumuza ışık tutuyor:

“Hem, bu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor.

Siz dahi itaat ile Ona muhabbet ediniz.” (Sözler)

Gözümüz ve kulağımız, elimiz ve ayağımız bize birer ihsan olduğu gibi, beden hanesinde misafir edilen ruhumuz ve ona takılan aklımız, hafızamız, hayalimiz, his dünyamız da hep birer ilâhî ikramdır. Ve bütün bunlar Allah’ın bize olan muhabbetini gösteriyorlar. Bizim de öncelikle O’nu sevmemiz aklın ve vicdanın gereğidir. Ancak bu muhabbetin bir ölçüsü, bir göstergesi olmalı. Bu da “itaat” olarak karşımıza çıkıyor. Nitekim şu ayet-i kerime bu konuda bize büyük bir ufuk açıyor:

“(Resulüm!) De ki, Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…” (Âl-i İmran, 31)

Allah’ı böylece seven bir insanın kalbinde O’nun kullarına ve diğer mahlûklarına karşı da bir sevgi hissi uyanır.

Kardeşimizi niçin severiz? “Aynı anne ve babadan geldiğimiz için.” değil mi?

Bütün varlık alemini Allah’ın birer eseri olarak görme şuuruna erdiğimiz ölçüde onlara karşı ulvî bir muhabbet taşırız. Aksi halde, kendimizi de onları da müstakil varlıklar olarak görür ve onlara menfaat ölçüsüyle nazar ederiz. Fayda gördüklerimizi kendi nefsimiz için severiz, diğerlerinin ise yüzüne bile bakmayız.

Teknolojinin bu kadar ilerlemesine rağmen, insanlarımızın birine karşı bu kadar yabanileşmesi, birbirinin etini yemeye can atarcasına menfaat kavgası vermeleri hep bu şuurdan mahrumiyetin acı sonuçlarıdır.

Günümüzde çoğu zaman sevgilerin de düşmanlıkların da nefis eksenli olduğunu görüyoruz. Nefis ise doymak bilmiyor, kavgalar da böylece sürüp gidiyor.

“Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü, nefis daima kötülüğü emredendir. Meğer ki, Rabbimin merhamet edip koruduğu (bir nefis) ola.” (Yusuf, 53)

Bütün insanlar, nefisleriyle sürekli bir çarpışma halindeler. Şeytan onlarla durup dinlenmeden uğraşıyor. Bu harp meydanında çok şeyler kırılıp dökülüyor; nice sevgiler eziliyor, nice insanî değerler harap olup gidiyor.

Hal bu merkezde iken, bu asrın çirkef ortamında insanlarımızın melek gibi tertemiz, saf ve lekesiz olmasını beklersek yanılırız. Kalpleri iman nuruna kavuşmuş insanlarımız bile asrın esintilerinden az çok etkileniyor, birtakım kötü hislere mağlup düşebiliyor ve hatalı davranışlar sergileyebiliyorlar.

Bu kişiler, harpte ölümden kurtulmuş ama çok yerinden nice yaralar almış kimseleri andırırlar.

Onların yaralarına bakıp imanlarını önemsememek büyük bir hatadır. İman en büyük şeref, en ileri üstünlüktür. Ehl-i sünnet itikadına göre büyük günah işleyenin kâfir olmaması, en büyük hataların bile iman güneşini perdeleyemeyeceğini açıkça ders verir.

Öyleyse, Nur Müellifinin, “Mümin, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil belki lütufla ıslahına çalışır.” (Mektubat) sözü kulaklarımızda daima çınlamalı, idraklerimizde sürekli yankı bulmalı. O zaman düşmanlıklar yerini acımaya terk edecek ve aramızdaki sevgi ve muhabbet büyük ölçüde zedelenmeyecektir.

Bazen hisler araya giriyor, nefis işi karıştırıyor, habbe kubbe yapılıyor ve sevgiler yerini düşmanlığa terk ediyor. Halbuki, “Allah için buğz etme (düşmanlık besleme)” düsturunca bir davranış İslam’da ne ölçüde yasaklanmışsa ona o kadar karşı olmak gerekiyor. Mesela, bir iş İslam’da mekruh ise yani kerih görülüyor, çirkin bulunuyorsa, biz de o işi çirkin görmeliyiz. Hududu tecavüz edip mekruha haram muamelesi yaparsak muhatabımıza zulmetmiş oluruz.

Geliniz, “adavete adavet, muhabbete muhabbet” edelim, yani düşmanlığa düşman olalım ve sevgiyi sevelim. O zaman hem kendi ruh iklimimizde hem de toplum hayatımızda huzur ve saadet çiçeklerinin açtığını göreceğiz.