TR EN

Dil Seçin

Ara

Satır Arkası

Hayat saati

Herhangi bir saatten farkı olmayan bu saat diğerleri gibi saati gösteriyor ama birimi dakika değil yıl. Yedi yıllık dilimlere bölünmüş ve normal saatin 61320 kez yavaşlatılmış hali olan bu saat yaşlanmaktan korkmayan ve yaşını karıştıranlar için birebir.

 

***

 

Leylekler Yolunu Şaşırdı

Hatay Havaalanı’nın Amik Gölü çanağına kurulmasıyla göç yolunu değiştiren leylekler küresel ısınmaya aldanıp Hassa’nın Karafakılı Köyünü mesken tuttu. Köy sakinlerinden Bayram Çerçi, evini yıkıp yerine yeni bir ev yaptırmak için leyleğin damını terk etmesini uzun süre beklediğini söylüyor. Leylek, evinin çatısını terk etmeyince yıkıma karar verdiğini anlatan Bayram Çerçi, “Bir şey o an için engel oldu. Sonra da aynı gün rüyamda bir arkadaşım ‘ev yıkanın evi yıkılır’ dedi. Bundan ders çıkarttım. Evi yıkmadım. O evi çatısında yuva yapan leyleğe hibe ettim. Ölene kadar benimle birlikte bu evde yaşasınlar.” diye konuştu.

 

***

 

Çorak yerde gül bitmez

Hukuk bu sıralarda ülke gündeminin ilk sırasında yer alıyor. Bu alanda Fransız ekolüne bağlı olan ülkemiz, her şeyi madde madde yazarak, anayasa ve yasalarda hiçbir boşluk bırakmama hedefini güdüyor. Oysa ABD Anayasası, sadece 7 maddeden oluşurken; İngiltere’de yazılı bir anayasa bulunmuyor. Keza, kendi tarihimizde de esas olan, yargının özelleştirilmiş olmasıdır. Gerçek hayatta karşılaşılan öyle olaylar vardır ki, bunları ancak o olayın kendine has özel bağlamı içinde bir yargılamayla çözmek mümkün olur. Nitekim, Osmanlı Devleti zamanında meşhur bir şeyhülislam, fetvalarını sadece kendisine sunulan olaya has olarak yazmak suretiyle, bu fetvanın herkese teşmil olamayacağını gösterirdi.

Pek çok yasa yaparak yargının mükemmel olacağını sanmak, bir yanılgıdan ibarettir. Bir defa, insan eliyle, tüm maddeleri birbiriyle uyumlu olan ve aralarında çelişki bulunmayan mükemmel bir metin ortaya koymak gerçekleşmesi mümkün olmayan bir iddiadır. Dahası, hukukta esas olan, yargıcın ehliyetidir. Yetersiz bir yargıç bir de kötü niyetle meseleyi ele aldıktan sonra, onun önünde hiçbir kanun maddesi duramaz.

Konunun önemli bir başka boyutuna da, Sevginin Adaleti, Düzeni ve Temelleri yazısında, Hüseyin Hatemi özetle şu şekilde değiniyor:

“Çorak yerde gül bitmez. Bir toplumda sevgi yerine bencillik, hırs, haset, kin hakim olursa, sadece Anayasa’da yazılmakla Hukuk Devleti kurulamaz. Hukuk devleti terimini biz Alman Hukuku’ndan aldık. Anlamını yanlış bildikten sonra, hiç almasa idik, daha iyi olurdu. Alman Kültürü; devrimin tehlikeli kan dökücülüğüne karşı bir önleyici deva olarak ‘Hakk Devleti’ terimini buldu. Almanlar; Hitler’den sonra, iki inançlı liderin önderliğiyle, Hitler’in şeâmetinden ülkelerini kurtarabildiler. Bunun için de anayasanın önsözüne ‘Allah’ (Gott) adını ve ‘Allah huzurunda sorumluluk’ bilincini koydular. Bunun sayesinde, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların nasıl olup da gözlerini kırpmadan etnik kıyım yapabildiklerini araştırmaya koyuldular. Hiçbir Alman da çıkıp demedi ki, bu Alman milletini aşağılamaktır. Bunu sağlayan, Hakk Devleti kavramı oldu.”

 

***

 

İsveç’in köpekleri

Depresyon, modern dünyayla anılan bir hastalık haline geldi. Psikiyatristler, bu konuda farklı nedenlerden bahsediyor. Kent hayatı, ani yaşanan değişimler, işkoliklik, yanlış değerler gibi. İsveç gibi ultra-gelişmiş ülkelerde ise, bahsi geçen bu nedenlerin dışında farklı bir nedenden bahsediliyor depresyon için. O da, bir noktadan sonra amaç yitimi yahut istikametin belirsizleşmesi. Özellikle seküler bakışın kutsal anlamları “ülke” etrafında toplaması, bu konuda kilit öneme sahip. Düşünün ki, fedakârlık, diğerkâmlık gibi fazilet değerlerinizi, vatandaşı olduğunuz ülke adına işletiyorsunuz. Ama ülkeniz öyle bir noktaya geliyor ki, bazı ufak tefek pürüzler olsa da, dünyada ‘refah ülkesi’ diye anılmaya başlıyor. Yani hedefe ulaşılmış durumda ve siz bundan sonuna kadar istifade ediyorsunuz. Meselâ çalışmasanız bile, aç ve açıkta kalmıyorsunuz. Bütün sosyal imkânlardan istifade ediyorsunuz. Bir anlamda, ülke artık sizin için bir hedef ifade etmemeye başlıyor. Sizin bu noktadan sonra ülkenin ötesinde bir hedefe sahip olmanız lazım. Ama gelin görün ki, seküler bakış, sizi yıllardır ülkenin ötesinde bir anlam arayışından uzaklaştırmış. O süreçte Allah inancından da uzaklaşmışsınız. Bu şartlarda, tam bir boşluk içine düşmeniz kaçınılmazdır.

Ve depresyon, tam da sizi o boşluk içindeyken yakalayıp tuzağına düşürür. Çünkü depresyon zaten bu türden bir boşluğa düşmeye verilen addır. İsveçlilerin başına gelen de, bundan farklı değil.

Geçenlerde bir AA haberinde, İsveç’te köpeklerin de depresyona girdiğiyle ilgili bir haber yer alıyordu. Haber tam olarak şöyleydi: “Depresyon vakalarının en çok görüldüğü kuzey ülkelerinden İsveç’te köpekler de depresyona giriyor. Tedavi için ilaç verilen köpek sayısında da büyük artış var.”

Bu haberi nasıl yorumlamak gerekir acaba? İsveç’te köpekler, fıtratlarının gereği olarak, insanlara yakın olmanın faturasını mı ödüyorlar yoksa?

 

***

 

Canın Kurtuluşu

“Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı, bende bu cihanın gamı var, dünyadan ayrılığıma tasalanıyorum sanma.

Bana ağlama, yazık yazık deme. Şeytanın tuzağına düşersem, işte hayıflanmanın sırası o zamandır.

Cenazemi görünce ayrılık ayrılık deme. O vakit benim buluşma ve kavuşma zamanımdır. Beni kabre indirip bırakınca, sakın elveda elveda deme; zira mezar cennetler topluluğunun perdesidir.

Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşe ve aya batmadan ne ziyan geliyor ki?

Sana batmak görünür ama o, doğmaktır. Mezar hapis gibi görünür, ama o canın kurtuluşudur.

Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumundan şüpheye düşüyorsun?”

— Hz. Mevlânâ

 

***

 

“Allah’ı hissetmek için uzaya gitmek gerekmez.”

Bildiğiniz üzere aya ilk ayak basan kişi Neil Armstrong’du. Sonradan onun ayda ezan sesi duyduğu, sonra aynı sesi dünyada da duyunca Müslüman olduğuna dair epey haber yapılmıştı. Fakat sonradan Armstrong’un kendisi bu iddiayı yalanladı.

O zamanlar bu haberlerin yapılış mantığında, sanki Allah’ı iyice hissetmek için kesinkes uzaya çıkmak gerektiği gibi bir intiba yer alıyordu. Uzaya çıkan her astronot için, neredeyse dünyaya geri döndüğünde “Ne zaman Müslüman olduğunu ilân edecek?” beklentisi oluşmuştu. Oysa, Allah kendisini insanlara tanıtmak için en büyük ayetlerini uzayda değil yeryüzünde yaratmıştır. Hatta uzayın bile çok daha güzel temaşa edilebilmesi için atmosfer katmanını buna imkân verecek şekilde yaratan O’dur. Yine, Samanyolu galaksisinin orta yerinde, pek çok gezegen ve göktaşının ortasında ve dolayısıyla seyir imkânı ve zevki düşük bir yer yerine; dünyayı Samanyolu galaksisinin kenarında muhteşem bir seyirgâh olarak takdir eden de O’dur. Dolayısıyla, Allah’ı yeryüzünde hissedemeyen birisinin bu hissi uzayda yakalaması çok da mantıklı değildir.

Geçen ay ülkemizi ziyaret eden ve uzayda en uzun süre kalan ikinci kadın astronot Shannon W. Lucid de, bu görüşleri doğrulayan bilgiler verdi. 64 yaşındaki NASA astronotu Lucid, kendisine yöneltilen soruya karşılık olarak, “Ben zaten inançlı bir insanım. Tanrı ile ilgili dünyada ne hissediyorsam, uzayda da aynını hissettim.” dedi. Ve ekledi: “Tanrı’yı hissetmek için uzaya gitmeye gerek yok.”

 

***

 

“Bana tutunacak bir şey ver.

Bir şey ki, hazdan daha fazla devam edebilsin ve

ıstırap içinde dahi dayanabilsin.”

— Tagore

 

***

 

Reklamlar Çocukları Alışveriş Çılgını yaptı!

Reklamın mantığında, insanın zayıf damarını işletmek yer alır. Anneler Günü diye bir gün icat edildiğinde ve siz o gün annenize bir hediye almadığınızda “hayırsız evlat” olduğunuzu düşünmek için elinizde en azından bir sebebiniz var demektir. Reklamın burada suistimal ettiği, sizin iyi evlat olma hissinizdir. Her gün tonla reklam, bu şekilde, insan olarak hepimizin duçar olduğu zayıf yanlarımızı işletip duruyor. Başarılı bir reklamda aranan bir numaralı hususiyet, iradeyi tamamen ortadan kaldırmasıdır. Bir reklam iradeyi ne kadar sarsıntıya uğratırsa, o kadar başarılı sayılır. Meselâ siz baba olarak, çocuğunuzun geleceği için ona hesap açmayı kaçınılmaz bir davranış olarak görmeye başladıysanız, reklam işini layıkınca yapmış demektir. Babalık şefkatiniz, adına banka denen bir kurumun kâr etmesi için harekete geçirilmiş olmaktadır.

Özetle, reklam iradeyi hedef alır, onu sarsıntıya uğratmak ister. Peki ya çocuklar için durum nedir? Onların iradesi yok ki! İşte, sorun da bu ya. Çocukların iradesi olmadığı için, onların duyguları çok daha kolaylıkla bir yöne doğru hareket ettirilebilir. Ne yazık ki çocukların bu özelliği, onları reklamların bir numaralı hedefi haline getiriyor. Kadınların iki numaralı hedef haline gelmesi de, yine aynı sebepten kaynaklanıyor. Ailedeki iradesi en zayıf üyeden başlayarak reklamların mesafe alması çok daha kolay.

Son yıllarda bu süreç o kadar hızlandı ki, İngiltere’de Ulusal Tüketiciler Birliği’nin yaptığı yeni bir araştırmaya göre, 10 yaşındaki çocuklar bile alışveriş hastalığına yakalanıyorlar. Reklamların ve akranlarının etkisinde kalan pek çok çocuk, bu yaşlardan itibaren alışverişten zevk almaya başlıyor. Yetmiyor, bir de marka tutkunu oluyorlar.

Galiba, yeni bir “tüketiciyi koruma kanunu”na ihtiyacımız var.

Adı ne olur bilmiyoruz ama bu kanun ile meselâ yayınlanan reklamın hileli yönlerini sms ile bildiren okuyucu yorumları ekranın altından banttan verilebilir. Böylece reklamın tek taraflı yanıltma politikasına küçük bir dengeleme sağlanmış olur.

 

***

 

Bilgeliği Kimden Öğrendin?

Lokman Hekim’e “Bilgeliği kimden öğrendin?” diye sorduklarında ondan şu cevabı almışlar:

Körlerden öğrendim. Çünkü onlar elindeki değnekle tam araştırmadan adım atmazlar. Basacakları yerin sağlam olduğundan emin olduktan sonra adım atarlar... Bundan dolayı ben de bir şey yapacağım zaman düşünür, faydalı ise konuşur, yararlı ise yaparım... Faydasız ise bırakmayı ve susmayı tercih ederim.