TR EN

Dil Seçin

Ara

Satır Arkası

FIFA 2008’de kutsallar savaşı

Aslında FIFA 2008’le başlamadı süreç. Son dönemde futbol dünyamızda en az futbolcuların sahadaki mücadelesi kadar, saha dışında enteresan mücadelelerin yaşandığına tanık oluyoruz.

Herhalde aynı haberciler olacak, dam üstünde namaz kılan öğrenci avına çıkanlar, milli takım maçlarında görev aldıklarında da, alışkanlık gereği, Cuma namazına giden futbolcu avına çıkmışlardı. Neyse ki Fatih Terim, kendilerine sert çıktı da, olayı fazla uzatamadılar. Uzatamazlardı da, çünkü futbol başarısı öyle bir başarı ki, herkesi o başarıyı sahiplenme gibi karşı konulmaz bir eğilime sokuyor. Bundan merkez medya da muaf değil! (Hatta olaya bir cihat rengi vermeye çalışan Müslümanlar da!)

Tamam her şey halloldu, sular duruldu derken bir baktık meğer durulmamış. Çek Cumhuriyeti galibiyetinin hemen ardından, maçın iki kahraman futbolcusunun “Şimdi şükretme zamanı!” demeleri ve Allah’a bol bol referans vererek konuşmaları, malum kesimi, yine bir anda büyük bir paniğe sevk etti. Panik, böylesine büyük bir başarının, dinin, inancın ve maneviyatın hanesine yazılmakta oluşuydu. Ertesi günkü dış basında yapılan yorumlara da bakıldığında, milli takımın çok da iyi oynamadığı halde, ‘inancıyla’ maçları kazandığı ifadeleri birilerini iyice çileden çıkardı.

Ama yanıt gecikmedi. Hırvatistan maçının hemen ertesinde Habertürk internet sitesinde yayınlanan “Ata her maçı izledi” başlıklı haber, bir anda, büyütülüp servise hazır hale getirildi. Haberin amacı, sahadaki ‘Türk mucizesi’nin esas müsebbibinin Atatürk’ün manevi varlığı olduğunu ihsas etmekti. Gelgelelim, futbolcuların galibiyet sonrası sadece Allah’a şükretmeleri, inancın önemli bir paya sahip olduğu futbol oyununda Atatürk posterinin bir anlam ifade etmediğini açıkça göstermekteydi. Bu şartlar altında geriye haberle bir güzel dalga geçmek kalıyordu ki, onu da Sabah gazetesinden Engin Ardıç yaptı:

“...Fakat, kulübede herhangi bir afiş, pankart falan filan bulundurmak UEFA kurallarına aykırı. Dolayısıyla Atatürk bu akşam bizim çocukların yanında olamayacak.

Öyleyse ne halt edeceğiz?

“Allah yardım eder.” desek laikliğe aykırı. Acaba Atatürk’ün söylev ve demeçlerinin cep baskısından küçük birer muska yaptırsak da çocukların boynuna mı assak?

FIFA 2008 ile ilgili yapılan yorumlarda, bu turnuvanın ileride Türkiye ile anılacağı söyleniyor. Ama aynı zamanda, galiba, kutsallar savaşı olarak da anılacak. Ne de olsa, futbol hiçbir zaman sadece futbol değildir, öyle değil mi?

 

***

 

‘İyi’nin kaynağı Allah’tır

Ülkemizin önde gelen hukukçularından Hüseyin Hatemi, son zamanlarda önemli bir noktaya parmak basıyor. Özellikle yeni anayasa tartışmaları gündeme geldikten sonra, herkesin iyi bir anayasa istediği, ama “iyi” kavramını muğlak bıraktığını söylüyor.

Hatemi’nin bu tespiti ile son dönemde mahalle baskısı kavramını ortaya atan sosyolog Şerif Mardin’in “Kemalizm topluma iyi, güzel ve doğruyu sunmak bakımından sığ kaldı” tespiti arasında güçlü bir paralellik bulunduğunu görmek hiç zor değil.

Peki Şerif Mardin’in bahsettiği sığlık ile iyi, güzel ve doğrunun muğlak kalışının arka planında ne yatıyor? Yeni Şafak gazetesindeki yazısında Hüseyin Hatemi anayasa tartışmalarıyla birlikte aynı zamanda bu soruya da cevap vermiş oluyor:

“İyi nedir? İşte önce İyi’de anlaşmak gerekir. Hukuk, İyi’nin ve hakkaniyetin fennidir, sanatıdır. (Ius est ars boni et aequi) Biz her şeyden önce İyi’nin anlamında anlaşmalıyız. Yoksa toplumda çok kaygı verici ‘alâmetler’ görülür. Bu çok kaygı verici alâmetlerden birisi; ‘çeteleşme’dir. İyi’nin kaynağı ‘Ehad ve Samed’ olan Allah’tır, Allah’tan kötülük sâdır olmaz, insanlar insanlık değerinde mutlak olarak eşittirler, kendi çıkarlarını sadece kendileri için değer kaynağı olarak görürlerse, artık ‘insan’ olmaktan ‘beşer’ olmaya bir dönüş, bir ‘irtica’ sürecine girmiş oldukları söylenebilir, gericiliğin tek anlamı budur.”

 

***

 

İslâmiyet, sadece mekân serbestisi mi?

Geçen ayın tartışma konularından birisini de, Müslümanların bu ülkede baskı altında olup olmadığı oluşturdu. Dışişleri Bakanının Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada Müslümanların baskı altında olduğunu söylemesi, farklı tepkilere sebep oldu.

Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in bu konudaki görüşlerini öteden beri biliyoruz:

Bu ülkede 80 bin cami var. Camiler beş vakit açık. Günde beş kere ezan okunuyor. 85 bin imamın maaşını devlet ödüyor. İnsanları hacca gidiyor, televizyonlarda mevlit okunuyor. Öyleyse geriye ne kalıyor?

Geriye bir tek şeriat kalıyor. Zaten biz de ona itiraz ediyoruz, ona karşı çıkıyoruz...

Sosyolog Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’nun köşesindeki yazısında Demirel’e verdiği cevap oldukça yerindeydi:

Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel doğru söylüyor. Camilerimizde ezanlar okunuyor. İmamlar maaşını devletten alıyor. Televizyonda mevlit yayını var. Yani mekânlar serbest. Bir İslâm ülkesinde mekânların yasaklı hale gelmesi sadece işgal zamanında olmuştur. Tarih tanığımızdır.

“Demirel mekânlardaki “İslâmiyet”ten bahsediyor. Oysa ezanlar okunuyor ama ezanın davetine herkesin sıkıntısız bir şekilde uyabildiğini de söyleyebiliyor mu Demirel? Beş vakit ezana mesai saatleri içindeki Müslüman bireyler kolaylıkla icabet edebiliyor mu? Hayır.

“Üstelik Türkiye işgal altında mıdır ki, ezanlar okunuyor cümlesi bir lütuf olarak dile getirilebiliyor. Dışişleri Bakanı 'Müslümanlar baskı altında.' diyor. Dinî yaşantıyı temsil eden kurumlarımız baskı altında demiyor!

 

***

 

Eve kapatılan çocuklar

Çocuklar zor bir hayat yaşıyor. Sokağın güvensizliği, çoktandır, çocukları eve mahkûm etmiş durumda. Memory Center Nöropsikiyatri Merkezi’nden Dr. Serdar Alparslan’a göre, arkadaşlarından uzak kalan, oyun yoluyla onlarla mücadele ederek hayatı öğrenemeyen çocuklar, asosyal çocuklar olarak yetişiyorlar. Ve bu çocuklar daha sonra okulda ve toplumda dışlanıyorlar.

Ailelerin bu konuya çok önem vermeleri gerekiyor. Bazı aileler sokakları müsait olsa bile, olumsuz haberlerden etkilenerek çocuklarına sokağa çıkma yasağı koyuyorlar. Okul yıllarında da, ders çalışması gerekçesiyle sokağa salınmayan çocukların sayısı hiç de az değil. Oysa, sokak belli ölçüler içinde çocuğun sosyalleşmesinin bir numaralı aracı konumunda. Böylesine önemli bir seçeneği hemen bir çırpıda çöp sepetine atmak, çocuklarımızın ileriki yıllarda yeterince olgun bir kişilik geliştirememesine yol açabilir.

 

***

 

Boşanmak erkekleri ‘öldürüyor’

Boşanma kadınlardan çok erkeklerin hayatını etkiliyor. Boşanma sonrası depresyona girerek bağışıklık sistemi çöken erkeklerin ölüm riski kadınlara göre 6 kat fazla oluyor.

İngiltere’de yapılan bir araştırmaya göre, eşinden ayrılan erkeklerin üzüntü ve strese bağlı depresyondan ölme riskleri kadınların ölme risklerinden tam 6 kat daha fazla.

Cass Business School’dan Jaap Spreeuw’un yürüttüğü araştırmaya göre, hayatındaki değerli bir varlığı kaybetmeyle ortaya çıkan depresyon bağışıklık sisteminin zayıflamasına neden oluyor. Uzmanlar bu zayıflığın özellikle ayrılığın ilk yılında en üst seviyeye çıktığını belirtiyor.

 

***

 

Avrupa’da ve bizde çıkmaz sokaklar

İç ve dış görecedir, toplum kutu kutu iç içe geçmiş birimlerden oluşur: Biri ötekinin dışı, berikinin içidir. Mesela evin “dışarıya” yani misafir kabule açılan bölümü selamlık, kadınlara ve diğer aile bireylerine ait bölümüyse haremliktir. Ama tüm ev mekânı aynı zamanda, sokağa ve mahalleye karşı da bir iç mekândır, “içerisi”dir. Mahalle de çarşı-pazara göre iç mekândır. Müslüman milleti, gayrimüslimlere göre içerisidir. Osmanlı darülislâmdır. Nihayet fani dünya, ahirete göre en geçici evimizdir.

Avrupa’da ise çıkmaz sokaklar, mahalleler bizdeki kadar önemli değildir; hatta ölü mekânlardır, çöpler birikir, çocuklar trafik olmadığı için sokağı işgal eder. Bir mahremiyet duygusu vardır ama “sıkıcıdır”; içinden çıkılıp “dışarı” gidilmek istenen bir boğuculuk, darlık, sıkışıklık hissettirir. West Side Story’de etnik çeteler bu kapalı ve Amerikan toplumundan kopuk alanda, gettoda hakimiyet mücadelesi verir. Hitchcock’un ünlü Arka Pencere filmi, mahrem hayatların ardında tekinsiz, uğursuz, kötü, hatta cinaî ilişkiler yaşandığını ima eder. Kent her zaman “dışarısı”dır, yabancıların birbirleriyle karşılaşabildiği, bunun ilke olarak olumlandığı mekândır. Oysa Müslüman algısında içerinin önce geldiği, ama dışarı ile uyumlu bir denge kurulduğu söylenebilir.

 

***

 

Mustafa Kutlu: “Edebiyat hakikati öğretmez.”

Bu doğru cümle, kendisi de bir edebiyatçı olan Mustafa Kutlu’ya ait. Bunu diyerek, Kutlu’nun kendi içinde çelişkiye düştüğü gibi bir iddiaya sahip değiliz. Tam aksine, yaptığı işin sınırını, nerede başlayıp nerede bittiğini bilen biri olarak Mustafa Kutlu, samimi bir övgüyü hak ediyor doğruyu söylemek gerekirse. Özetle, Kutlu şunları söylüyor:

“Camiamızda edebiyattan beklenti çok yüksek düzeydedir. Beklentiler, özellikle de edebiyatın bize bir şeyler öğretmesi noktasındadır. Örneğin roman okuyarak tarih öğrenmek, iktisat öğrenmek, din öğrenmek isteyenler vardır. Bunlar tamamen asılsız beklentilerdir. Fikir öne sürmek için ve fikir savunmak için makale yazmak, bilimsel eser yazmak gerekmektedir, fikirler buralarda öğrenilir. Edebiyat olunca işin içine duygular karışır, psikoloji karışır. Edebiyat, insanların birbirini tanımasını, birbirini anlamasını sağlar. Böyle faydaları vardır. Yoksa edebiyat, hakikati öğretmez insana.”

 

***

 

ÖSS’nin ideolojik şifreleri

Bu seneki ÖSS sınavı, öncekilere göre oldukça farklıydı. Pek çok devlet kurumunun siyasallaştığının iddia edildiği bir dönemde, ÖSS sınavının da bu süreçten etkilendiğini hayretle gördük. Özellikle Sosyal 1 başlığı altında yer alan Tarih soruları, resmi ideolojinin uç yorumlarına göre düzenlenmiş intibaı uyandırdı. Bu yorumların bir gazete sütununda ya da bir televizyon programında savunulması sorun olmayabilir ama ÖSS gibi ülke genelinde yapılan objektif bir sınavda, sınavı da tartışmalı hale getirecek düzeyde böylesi yorumların esas alınması, ÖSYM’nin önümüzdeki yıllardaki itibarı açısından oldukça düşündürücü.

Söz gelimi, İslâm’ın kılıçla yayıldığı tezi, Papa II. Ratzinger tarafından dile getirildiğinde, dünya genelinde pek çok Müslüman tarafından eleştirilmiş ve protestolara neden olmuştu. Böylesine tartışmalı bir konunun, tarih sorularının arasında sanki tartışılmaz bir gerçekmiş gibi seçeneklere konması, resmi tarihin bile benimseyebileceği bir durum değil aslında. Çünkü, Türklerin İslâm’a girişiyle ilgili resmi tez, İslâm’ın temizlik ve dürüstlük gibi üstün ilkeleri neticesi olarak Türklerin İslâm’a girdiğini savunuyor.

Resmi tarihin uç yorumlarının kesin doğru kabul edilerek hazırlanmış olan bu kabil sorular, öğrencileri de son derece zor durumda bırakıyor. Şizofrenik bir halet-i ruhiye içinde, öğrenciler “Evet, gerçek bu değil ama sınavı hazırlayanlara göre galiba doğru seçenek bu!” şeklinde cevap vermek zorunda kalıyorlar.