TR EN

Dil Seçin

Ara

Satır Arkası

Ters estetiğin İstanbul’u

İstanbul’u 2010’da Avrupa Kültür Başkenti yapmaya hazırlanırken, galiba hiç unutulmaması gereken bir söz var: “Bu kentte Yaratan’ın yaptığı her şey ulvî, insanın yaptığı her şey süfli.”

Meseleyi bu kadar basitleştirmek yanlış ama gene de bu deyişin yansıttığı çok önemli bir gerçek söz konusu değil mi?

Üstelik, andığım sözün ikinci bölümü tam doğru değil. İstanbul’da insanın ancak belli bir dönemden sonra yaptığı her şey süfli. Yahya Kemal’in dediği gibi İstanbul’a bir ‘tepeden’ bakınca insan Osmanlı’dan kalan İstanbul’un hâlâ bütün yıkıma rağmen bütün görkemiyle ayakta durduğunu görüyor. Buna karşılık Cumhuriyet döneminden İstanbul’da ne var derseniz, cevabı çok meçhul bir soru sormuş olursunuz. Aslında o cevap da meçhul değil, yukarıda verildi işte: Cumhuriyet İstanbul’a yıkım, çözülme, karmaşa getirdi.

Estetik belli bir kültürün içinden çıkar. İstanbul bugün işte o kültürden yoksun. O nedenle de bugünün İstanbul’u işportanın, kaptıkaçtılığın, sürekli bir panayırcılığın şehridir. Bu kızanlar kızsın büyük ölçüde de Cumhuriyet’in yaratamadığı estetiğin bir sonucudur. Çünkü meseleye böyle bakınca sadece İstanbul değil, herhangi bir Anadolu şehri de taşra-göçebe estetiksizliğiyle yani olmayan bir taşranın estetiğiyle yaralıdır. İstanbul bu ağır sonucu yaşıyor. Sorun bunları kimin hangi bilinçle aşacağı…

Şarkıların, şiirlerin, geçmişin İstanbul’unu aramıyoruz; kendi halindeki İstanbul’u bulalım yeter!

(Hasan Bülent Kahraman)

 

***

 

Bir yaşam biçimi olarak AVM’ler

AVM’ler (alışveriş merkezleri) tuhaf ve de biraz yapay biçimde hayatlarımıza girdiler. Artık birçok aile buralara vakit geçirmeye gidiyor. Bir şey almasalar ya da film izlemeseler bile… Oturup etrafa bakıyor, vitrinleri seyrediyor, vakit öldürüyorlar. Bu bir eğlence, hatta hafta sonu tatili olarak toplumsal hayata yerleşiyor. Ve de sanırım kötü oluyor. Çünkü insanların öncelikle doğayla olan ilişkisi kayboluyor.

Zaten doğayla ilişkisi sınırlı ve onu bir türlü sevememiş olan Türk halkı, bu kez kentli orta sınıflar düzeyinde, doğadan büsbütün uzaklaşıyor. Eskiden gençler parka giderlerdi. Ailecek ormana, pikniğe, kır kahvelerine gidilir, Çamlıca Tepesi’ne çıkılırdı. Şimdi bunların yerini AVM ziyaretleri alıyor. Çocuklarımızı yanımıza alıp alışveriş mekânlarına götürüyor, onları tüketim toplumlarının gelecekteki faal bireyleri olarak yetiştiriyoruz. Oysa insanoğlunun, modern toplumlarda zaten yitirdiği doğayla ilişkisini sınırlı da olsa koruması öylesine önemli ki…

(Atilla Dorsay)

 

***

 

Olimpiyatın ardından

Ne zaman bir olimpiyat açılışı olsa, dünya medyası kameralarını oraya çevirir ve medeniyetin nadide bir eseri sahneleniyormuş edasıyla ekranlara açılışın renkliliğini yansıtır.

Oysa olimpiyat dediğin, temelde bir spor etkinliğidir. Sporun öncelikli sebebi ise sağlık. Spor, bedenin diğer işlevlerini daha verimli yapabilmesi için gereken alt yapıyı, sağlıklı ortamı sağlıyor. Ama olimpiyatlarda ve günümüz spor aktivitelerinde durum hiç de böyle değil. Çünkü spor, burada daha sağlıklı bir beden için bir araç olmaktan çıkıp, başlı başına bir amaca dönüşüyor.

Profesyonel sporun, kitle gösterisi olması dışında sağlıklı yaşamla ne alakası var?

Olimpiyatlara katılan sporcuların amaçları sağlıklı bir bedenleri olması mı?

Hatta, bir aşamadan sonra, profesyonel sporun bedene zararı bile var.

Yarışta rakibini geride bırakmak için bedenini aşırı biçimde zorlayan, yeşil sahanın ortasında ani kalp kriziyle yığılıp kalan, madalya alma uğruna aylarca gününü antrenman-yemek-uyku çevrimine kilitleyen ve bunların sonucunda psikolojik ve bedensel yıkımın eşiğine gelen sporcular, aslında bir eğlence endüstrisinin parçası durumundalar.

Ve olimpiyatlar, gözlerden gizli kalan bu arka planlarıyla, şatafatlı açılışlara rağmen, pek çok acınası ruha ev sahipliği yapıyor.

 

***

 

Bebeği bezi kurtardı(!)

Brezilya’nın kuzeyindeki Recife kentinde, 3. kattan düşen bebeğin yaşamını hazır altbezi kurtardı.

Olayda, Caua Felipe Massaneiro adlı bebek yaklaşık 10 metre aşağıya düşerken bezi, apartmanın çevresini saran duvarın üzerindeki demirlere takıldı. Bebek, bir süre sallandıktan sonra bezinin yan bantlarının açılmasıyla yavaşlayarak yere kaydı.

Olayı anlatan polis yetkilisi, bu olayı “mucize” olarak niteledi ve bebeğin, duvarın üzerindeki demirler nedeniyle ölebileceğine dikkat çekti.

Polis, bebeğin 3. katın camından nasıl düştüğünün saptanması için soruşturma başlatıldığını, ailenin dikkatsizliğinin buna neden olabileceğini kaydetti.

Yerel Folha de S. Paulo gazetesi de, bebeğin babası Alexandere Cesar Massaneiro’nun, oğlunun pencerenin altındaki kanepeye tırmandığını, bir şey yapabilme şansı olmadan düştüğünü söylediğini aktardı.

23 yaşındaki baba Massaneiro, “Oğlumu kurtaran bezi değil, Allah.” dedi.

 

***

 

Hülya Avşar ve kurban

Geçen ay Hülya Avşar’ın guardianturk.com sitesinde çıkan yazısında sarfettiği sözler epey tartışmaya yol açtı.

Özetle, Avşar, her ne kadar Ramazan vakti Kurban Bayramı’na atıf yaparak bir zamanlama hatası yaptı ise de, bir ahbabının torununun ağzından söyleterek, hayvan kesilerek bayram yapılan bir dini aklının almadığını ifade etti.

Yaptığı işin sorumluluğu elbette kendisine ait. Ama Avşar’ın sözlerini pekâlâ önyargısız bir bakışla, “Neden kurban keserek bayram yapıyoruz? Böyle olmasa olmaz mı?” türü bir soru cümlesi, hatta bir serzeniş şeklinde okuyabiliriz.

Böyle baktığımızda, Avşar gibilerin, bir hayvanın kurban olarak kesilmesini ruhen kaldıramadıklarını görebiliriz.

Peki, neden böyle oluyor?

Çünkü ebediyeti bu dünyada arayanlar için her türlü ölüm, insanların ölümü, hayvanların ölümü, hatta ayrılıklar bile, onların şuurunda, kalbinde ve ruhunda şiddetli elemlere sebep oluyor. O yüzden de, hayvanların kurban edilmesine itiraz ediyorlar. Aslında bunu görmek, buna tanık olmak onları rahatsız ediyor. Yoksa her gün mezbahalarda binlerce hayvanın kesildiğini onlar bilmiyor mu?

 

***

 

Gündoğumu ve batımında uyumak sağlığa zararlı

Ve tıp, sünnet-i seniyyeyi bir kere daha doğruluyor. Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Süleyman Türk, gün ışığının ilk saatlerinde uyumanın sağlık açısından çok zararlı olduğunu, kalp krizlerinin bu saatte uyuyanlarda uyumayanlara göre daha fazla görüldüğünü vurguladı.

Gün batımında uyumanın da zararlı olduğunu vurgulayan Türk’e göre, bu saatte uyumak, kalp hızı değişkenliğini ve özellikle zihinsel fonksiyonları olumsuz etkiliyor.

Yine Türk’e göre, gece uykusu yanında batı toplumlarında ‘siesta’ olarak adlandırılan düzenli 30-60 dakikalık öğle uykusunun sağlık açısından çok olumlu etkilere sahip olduğu yapılan çalışmalarda belirlenmiş durumda. Nitekim, Yunanistan’da siestanın insan sağlığı ve verimli çalışmaya olumlu etkileri sebebiyle mesai saatlerinde değişikliğe gidildiği de bu konuda ilginç bir gelişme.

Şimdi de, uyku ile ilgili Peygamberimizin uygulamasına bir bakalım. Sabah namazından sonra gün doğumu sırasında uyumak caiz olmadığı gibi namaz kılmak da mekruhtur. Aynı şekilde ikindi namazından sonra, yine gün batımına doğru akşam namazı yaklaşırken uyumak da caiz değildir ve namaz kılınmaz. Öte yandan, yine Peygamberimizin öğle uykusuna yattığı sahih hadis kaynaklarında mevcut.

Sonuç olarak, tıp ile sünnet, tıpatıp örtüşmekte. Artık, bundan sonrası pek yoruma ihtiyaç bırakmıyor. Görmek için bakmak kâfi!

 

***

 

Zen ve televizyon seyretme sanatı

Annem televizyondaki reklam aralarında eda ediyor namazlarını. ‘Semiallahü limen hamide’ derken yan gözle ekranı kesiyor.

Türkiye ekranda evleniyor, ekranda boşanıyor, ekranda küsüp ekranda barışıyor. Annem hepsini seyrediyor.

Sosyal hayatın kenarlarına iteklenmiş çoğunluğun tek eğlence aracı bu. Evdeki yalnızlığı bastıran mırıl mırıl bir dip ses. Özellikle de oğlanı kızı everdikten sonra evde kukumav kuşu gibi bir başına kalmış yaşlılar için. Ya ben?

Ben de, bulunduğum mekânda açık bir televizyon varsa gözümü ekrandan ayırmayı beceremiyorum. Sinek gibi yapışıyorum kıpırdayan görüntülere.

Zap yaparken, her bir kanalın belirip kaybolduğu o bir saniyelik aralıkta beynime sayısız, sesler ve görüntüler üşüşüyor, hiçbirine ilgisiz kalamıyorum.

O zaman da motor su kaynatıyor. İşkence aletine dönüşüveriyor meret.

En ilgisiz görüntülere bakarken bile ‘hımmmm, bu animasyon falan programla yapılmış, bu rengin pantone değeri yüzde bilmem kaç, şu sahne Monet’in tablolarından esinlenmiş, dekorun şurasında strafor burasında polyester orasında pvc kullanılmış, şu sahne blue box önünde çekilmiş, bu şaryo kusurlu, şu sekans sarkmış’ türünden nafile fikirlere boğuluyorum.

Bütün o ıvır zıvır, kafamda resmî geçit yapadursun, işin özünü bir parçacık kaçırdığımı söylememe bilmem gerek var mı?

Daima açık bir televizyon. Dur durak bilmeyen bir veri bombardımanı. Bedava ve yasal bir uyuşturucu aslında.

(Necdet Şen)

 

***

 

Tokluk bandıyla oruç tutulur mu?

Şu kapitalizm ne muhteşem bir şey; yemiyor içmiyor, insanların rahatını düşünüyor! Bu kez de, Müslümanların Ramazan’da oruç tutarken aç kalmalarına gönlü razı gelmeyen diyet endüstrisi, bu olaya bir çözüm bulmak için kolları sıvamış. Ve kendine göre bulmuş da: “tokluk bandı”

Yani, insan bu tokluk bandı sayesinde, uzun oruç gününde kendisini tok hissedecek. Böylece, oruç ibadetini daha kolay yerine getirebilecek.

İyi ama, bu oruç ibadetinin içinde zaten açların, zayıfların hâlini anlamak yok muydu? Oruç tutan Müslümanlar, aç kalarak, açlık hissini yaşayarak, açlığın ve fakirliğin nasıl bir hâl olduğunu bizzat kendi dünyalarında hissetmeyecekler miydi?

Evet, belki şer’an, bazı ilahiyatçılarımızın ifade ettiği üzere, bu tokluk bandında bir mahsur olmayabilir. Yani orucu bozması anlamında. Ama lütfen söyler misiniz, bu tip bir uygulamayı düşünenlerin bile, orucun ruhu hakkında ciddi bir körlük içinde oldukları doğru değil mi?

Maksat, galiba, insanların çalışma performanslarında en ufak bir düşüşe razı gelememek! Muhteşem kapitalizm, bir yandan insanı düşünürmüş gibi yaparken, öte yandan onu mümkün olsa yirmi dört saat işinin başına dikmek ister. Burada da, böyle bir arayışın izleri mi var acaba?

İşin doğrusu şu ki, Ramazan ve oruç, insanın nefsini terbiye etmek içindir. Nefis ise, ancak aç kalarak terbiye olur. Eğer sağlık sorunları yok ise, insanların oruç tutmaları nedeniyle hasta veya mevta olduklarını gösteren bir literatür de mevcut olmadığına göre, şu nefislerimize hiç olmazsa bir ay adam gibi söz geçirsek güzel olmaz mı?

 

***

 

Osmanlı’da çarşı

Bir Osmanlı şehrinde çarşı, insanların kaynaştığı ‘özel’ bir yerdir. Şehrin hayat damarları, cami kadar, camilere yakın inşa edilen merkez çarşılarda atar. Özellikle Anadolu ve Rumeli’de halk ahşap yapılarda otururken, külliyeler ve kapalıçarşılar taştan yapılmış kalıcı yapılardır.

Osmanlı şehri genelde bu merkez-çarşıların etrafında gelişir ve şehir içi yollar bu merkezlerde buluşur. Şehirde üretilen her türlü mal ve hizmet, Bedesten’den başlayan ve genellikle Uzunçarşı diye adlandırılan işlek bir cadde üzerinde yer alır.

Bu caddeden ayrılan sokakların her birinde, belirli bir iş kolunda mal ve hizmet üreten esnaf ve onların örgütleri bulunur.

Nitekim, birçok başka Osmanlı şehrinde olduğu gibi, başkent İstanbul’da da, Kapalıçarşı’nın kuzeybatı kapısından başlayan Uzunçarşı Caddesi’ne sağlı sollu bağlanan sokakların isimleri, “Tığcılar, Çakmakçılar, Havancı, Nargileci” gibi adlardır.