TR EN

Dil Seçin

Ara

Satır Arkası

Başörtülü okula giremiyor, Yaşasın toplumsal barış!

Anayasa Mahkemesi gerekçesini sonunda açıkladı, ama kimseyi tatmin etmedi bu gerekçe.

“Toplumsal barış” diye ifade edilen gerekçenin özü, esas itibariyle toplumsal barışın tam aksi yönünde bir sonuca ulaşmasıyla, kurumların meşruiyetlerini iyiden iyiye tartışmaya açtı. Bir yazarın konuyla ilgili görüşleri şöyle:

Gerekçe ‘egemenlik milletindir’ yahut millet kendi kendisini yönetme işini seçtiği milletvekillerinden oluşan meclis eliyle yönetir gibi ‘cumhuriyetimizin’ ve ‘demokrasimizin’ en temel, en bildik, en vazgeçilmez stereotiplerini ‘yalanlayarak’ başlıyor işe. Meğer şöyleymiş: TBMM ‘hukuken geçersiz’ nitelikteki bir yasama tasarrufunu sırf sayısal çoğunluğun gücüyle etkin kılamazmış.

Oysa ‘Üniversitelerde kılık kıyafet serbest olsun’ talebinin ne hukuk mantığıyla, ne adalet kavramıyla çelişen, ne rejimi tehdit eden, ne topluma toplumda karşılığı olmayan bir şeyi dayatan, ne kamu düzenini, ahlâkını bozacak olan bir tarafı var. Bazı kadınların da, diğer hemcinsleri gibi eğitim hakkından yararlanmalarını sağlayacak, yani adaleti tesis edecek, yasadaki ‘kanun önünde eşitlik’ ilkesini nihayet yürürlüğe sokacak bir talep söz konusu sadece.

Ezcümle, geç gelen gerekçe, ‘Başörtüsü üniversitelere girmemeli çünkü toplumsal barış önemli’ demeye getiriyor. Bu gerekçenin kimsede barışmaya ilişkin bir motivasyon uyandıracağını sanmıyorum.”

Dahası, gerilimleri artırması ve derinleşmesi çok daha ihtimal dahilinde.

 

***

 

“Çocuklarınıza ikram ediniz.

Onları edepli ve terbiyeli yetiştiriniz.”

— Hz. Peygamber (asm)

 

***

Din eğitimi ve özgür irade tartışması

Ne zaman çocukların din eğitimi konusu açılsa, büyüklere “Din anlayışınızı çocuklara dayatmayın!” uyarısı yapmak âdetten oldu.

Fakat bu uyarıyı yapanlar, nedense, anne babaların çocuklarına dinlerini nasıl öğretebileceklerine hiç değinmiyorlar.

O zaman da ortaya şöyle bir acayiplik çıkıyor: “Efendim peki çocuklarımıza inandığımız dini dayatmayalım. Peki, müsaadenizle öğretebilir miyiz?”

Komik ama durum biraz böyle. Çünkü bu tarz uyarıları yapanlar, sanki “çocuklara dinle ilgili en ufak bir şey öğretmeyin” demek istiyorlar.

Konuyla ilgili en son Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. M. Şevki Aydın’ın Diyanet Dergisi’nin Ekim sayısındaki yazısı da bu çizgide olanların diline dolandı. Pek çok gazete, yazıyı haber yaptı.

Örneğin malum zihniyetten bir gazetedeki haber, Sayın Aydın’ın yazısını öve öve bitiremiyor.

Peki ne demiş Başkan Yardımcısı?

“Bırakın çocuklar kendi özgür iradeleriyle dinlerini öğrensinler.”

Tek başına belki doğru bir mesaj. Ama böyle bir sözü ederken, ortamı da iyi tahlil etmek lazım.

Mesela, neden bu özgür iradeyi, çocuklarımızın okullarında okudukları diğer dersler için de gündeme getirmiyoruz? Örneğin, acaba neden çocuklarımız okulda okudukları Türkçe’yi, Sosyal Bilgiler’i ve diğer dersleri kendi özgür iradeleriyle öğrenmiyorlar? Yoksa, “özgür iradeyle öğrenilmesi gerekenler” listesinde bir tek din mi var?

“Anne babaların kendi dindarlık anlayışlarını çocuklarına benimsetmeleri” konusu da sıkça şikâyet edilen hususlardan.

Uzman sıfatlı pek çok kimse, bunu yanlış buluyor. İyi ama aslında bu da çok doğal. Elbette anne baba çocuğunun kendisine yakın olmasını ister. Bunda bir sorun yok. Sorun, bunu hangi yöntemle yaptığı…

Kaldı ki zora başvuruyorsa, zaten istediği sonucu alamayacağını herkes biliyor.

 

***

 

Gençler tekno-hayatta hayat buluyor mu?

Metroda sürekli cep telefonunu kurcalayan gençler görüyorum, habire mesaj yazıyor ya da oyun oynuyorlar. Kulaklarında kulaklıklar, telefonlarında ya da başka cihazlarda kayıtlı müzikleri dinliyorlar.

Onlar da bilgisayar ekranlarına gömülü yaşayan diğerleri gibi çevrelerinden kopuk, olan bitene ilgisiz, sağır, dilsiz, dışarıda yaşıyorlar.

Yeni teknolojilerin ellerine tutuşturduğu ya da henüz ulaşamadıkları yeni tekno-oyuncaklar gündemlerinde büyük yer tutuyor.

İnsanoğlunun asırlar boyunca sürdürdüğü sosyal ilişkilere kendi hayatlarında pek bir rol biçmiyorlar. Tabiatla, diğer canlılarla, iklimlerle, gökyüzüyle, yıldızlarla ilgilenmiyorlar. Dünyaya, hayata, insana dijital bir çerçeveden bakıyorlar.

Sosyal çevreleriyle sürdürdükleri zoraki ilişkileri en aza indirgemek için her şeyi yapıyorlar. Anne babalarına sadece katlanıyorlar. Kendilerine ait bir tekno-dilleri var. Kısaltmalar ve işaretlerle anlaşıyorlar daha çok… İlkelliğe bir tür geri dönüş, ne kadar ironik!

Bunları yazarken bir parça haksızlık ettiğimi biliyorum. Ancak endişeleniyorum onlar için… Çılgınca bir merakla dünyaya, hayata, insana bakılması gereken bir dönemi sanal olana hapsederek geçirmenin bir ruhsal maliyeti olacak çünkü.

Teknolojinin kucaklarına attığı oyuncaklardan sıkıldıklarında yerine neyi koyacaklar? Her şeyi tuşlarla, sembollerle, ekranlarla, baytlarla tanımlamaya alışkın bir mantık, hayatın gerçek yüzünü nasıl kabullenecek? Semboller asıllarına nasıl geri dönecek? Duygular yeniden nasıl inşa edilecek?

Teknolojinin bir dili var. Bunu biliyorum. Ama bildiğim bir şey daha var: Bu, hayatın dili değil! (Gökhan Özcan)

 

***

 

Sinemaya “Mevlânâ Nefesi”

Geçen ay gösterime giren Dinle Neyden filmi, eleştirmenlerden olumlu not aldı. Öncelikle bizim sinemamız için tarihten bir kesiti bugüne taşıyan kostümlü bir film çekmenin zorluğu dikkate alındığında, filmde gösterilen cesaret ve dönem atmosferini inandırıcı biçimde yansıtan mekân ve kostüm başarıları övgüye değer.

Buna, tekkeden saraya uzanan çizgide Osmanlı karakter inceliklerinin aktarılmasındaki dikkat ve özeni de eklemek gerekiyor. Dönemin ruhunu yaşatan bu bütünsellik, filme zaman zaman gravür estetiğine varan unutulmaz bir görsel dil kazandırmış.

Filmin ağır bir tempoda ilerlediği ve hıza ayarlı klasik sinema tüketicisini zorlayacağı düşüncesine gelince: Öz güzergâhını Mesnevi’den alan bir senaryonun, sinema endüstrisinin fevkalade batılı hız takıntısına direnç göstermemesi zaten düşünülemezdi. Bu film üzerinden ‘batı’ ile ‘doğu’nun derine indikçe farklılaşan zaman algısını tartışmak mümkün.

Ayrıca, ayağını aynı mânâ iklimine basanların, filmin ilk anından son anına kadar az ya da çok kendilerini manevi vatanlarında hissetmeleri de, filmle ilgili ilginç bir nokta.

Bu his, belki de, filmden yayılan “mânâ”nın, modernliğin varlığımızın köşe bucağına bulaştırıp yaydığı soğuk zırhın altındaki hakikatimize ulaşmasından, değmesinden, dokunmasından “vücud” buluyor. Kıyılarımıza vuran Mesnevi kelâmı, hikmeti, iklimi değil yalnızca, sağırlığından uyanan benliğimiz aynı zamanda.

Filmden bahsedip de, senaryoya kattığı incelik için Ayşe Şasa’ya ve bir ömrü sinema heyecanıyla geçmiş ve Türk sinemasının oldum olası ihmal ettiği vadilerde “mânâ”yı aramış yönetmen Yücel Çakmaklı’ya da bir teşekkür etmeden bitirmek olmaz elbette.

 

***

 

Çocuk ve Allah kitabının yazarı vefat etti

Ölüm, bir bakıma ifadenin donması, dilin bitmesidir. Ölünce yüzdeki ifade donar, dil susar, derin, belirsiz bir sessizlik başlar.

Dil susar lakin, susan adına ‘eser’i konuşmayı sürdürür. Esasen, eseri konuşan bir sanatçının kendisinin susması gerekir. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ölümünü duyunca bunu düşündüm. Yüz elliye yakın kitap yazmasına karşın, biz onu hep Çocuk ve Allah’ın şairi olarak andık, anıyoruz.

Demek ki insan, dünyaya bir meseleyi söylemek üzere geliyor. Bir anlamda da, ilk söylediği ile son söyleyeceğini haber vermiş oluyor.

Dağlarca’nın ruhu, tüyüne çocuk kurdelası bağlanmış bir kuş gibi asıl yuvasına döndü. Yunus Emre’mizin deyişiyle:

   Bir can gövdeye konuktur

   Bir gün olur çıka gide

   Kafesten kuş uçmuş gibi.

Dağlarca’da engin bir ruh, bir eda ve dil vardı. Onun, farkında olmaksızın, özel bir çaba göstermeksizin, geleneksel bilgeliğin kokusunu taşıyan bir şiir dili inşa etmiş olması, zaten bunu yeterince gösterir.

Şairin, bir çocuğun ve bir bilgenin hayretiyle dünyaya bakmasının en canlı örneklerinden biriydi Dağlarca. (Sadık Yalsızuçanlar)

 

***

 

“KAPİTALİZM CASINOYA DÖNDÜ!”

— Nobel ödüllü Bangladeşli ekonomi profesörü Muhammed Yunus, açgözlülüğün dünya ekonomisini bitirdiğini belirterek, spekülasyonların ekonomiye getirdiği felaketi bu cümleyle özetliyor.

 

***

 

Kim korkmaz bu dinden?

Batılı yazarların özellikle oryantalistlerin çoğu, İslâm’a ilişkin gerçekleri bilerek çarpıtırken, gerçekleri zaman zaman teslim eden Batılılar da var. Onlardan biri de, Gustave Le Bon.

İslâm Medeniyeti başlıklı kitabında Le Bon, İslâm’ın girdiği her yere hızla ve sarıp sarmalayıcı bir ruhla nasıl nüfuz ettiğini çok iyi resmediyor. İşte o kitaptan ufuk açıcı bazı alıntılar:

“Ortadoğu, çeşitli halklar tarafından zaptedilmiştir: Persler, Grekler, Romalılar vs. Ancak bu halkların büyük siyasî etkileri ne kadar şâyân-ı dikkat olursa olsun, Müslümanların medenîleştirici etkileriyle mukayese edilince hiçbir zaman önemli olmamıştır. Bu güçler, doğrudan işgal ettikleri şehirlerin dışında, kendi dinlerini, dillerini ve sanatlarını, işgal ettikleri halklara kabul ettirmeyi hiçbir zaman başaramamışlardı. Ptolemy hanedanları döneminde de, Romalılar döneminde de Mısır, hiç değişmeden, kendi geçmişine bağlı kalmayı sürdürmüştü: Aslında işgalciler, işgal ettikleri ülkenin dinini, dilini ve mimarisini benimsemişlerdi.”

“Greklerin, Perslerin ve Romalıların başaramadıkları şeyi, Ortadoğu’da Müslümanlar, üstelik de mükemmel ve barışçıl bir şekilde başarmışlardı. Yabancı etkilere en az açık olan ve güçlü bir şekilde direnen tek ülke olmasına rağmen, Mısır, altı ya da yedi bin yıllık medeniyet birikimini unutmuş ve yeni bir dine, yeni bir dile ve yeni bir sanata sahip olmuştu; ve bu yeni din, yeni dil ve yeni sanat bugüne kadar kalıcı ve kök salıcı olabilmişti.”

“Müslüman Arapların yönetimi altına giren bütün ülkeler, Arapların Mısır üzerinde sahip oldukları aynı sarıp sarmalayıcı, kucaklayıcı ve derin etkiyi tecrübe etmişlerdi.”