TR EN

Dil Seçin

Ara

İman Ve Sebepler

Bu kâinatın yaratıcısı olan Allah (cc), her eserini bir sebeple, bir vasıta ile yaratıyor. Her meyveyi bir ağaçla var ediyor. Bir başka deyişle, ağaç meyveye sebep; toprak, hava, su ve ısı da ağaca sebeptir. Bulut yağmura sebep; buharlaşma, buluta sebeptir.

Bu sebepler zinciri böylece devam eder gider. Biz böyle bir dünyada yaşıyoruz. Bir şey istediğimizde, onun sebebine ulaşmamız gerekiyor. Meyve istiyorsak ağacına, şifa istiyorsak ilacına ihtiyacımız var.

Allah bu kâinatta böyle bir düzeni ihtiyar etmiş. İman gözüyle mevcudata bakan insan, bu sebeplerin yaratmaktan uzak olduklarını görüp sebeplerin arkasındaki Allah’ın kudretini, ilmini ve iradesini bilir. Ve Rabbini tanıdıkça da imanı, bilgisi ve sevgisi artar. İman gözüyle bakmayanlar ise, sebepleri iş görüyor zanneder; onların akılsız, şuursuz, bilgisiz ve iradesiz olduklarını gözünden kaçırır; asıl iş gören kudret elini göremez.

Gerçi Allah’ın sebeplere ihtiyacı yok. Sebepsiz de yaratabilirdi. Zaten sebep olan şeylere baktığımızda da bunu kolayca anlıyoruz. Hangi sebebe baksak, sonucunu yapabilecek hiçbir özelliğe sahip değil. Mesela, bir ağacın meyveyi yapmaya ne bir ilmi, ne bir kudreti, ne de bir iradesi vardır. Gayet açık ki, bu meyveyi bu ağaç yapamaz. Bu sonuç, bu sebebin işi olamaz.

Fakat Rabbimiz, meyveyi ağaçtan veriyor. Bu, muhtaç olduğundan değil, öyle takdir ettiğinden. Sebeplere biz muhtacız, Allah değil!

Burada iki farklı mesele var. Allah’tan başka yaratıcı olmadığı ve Allah’ın her şeyin sahibi olduğu bir gerçek. Bir gerçek de, Rabbimiz, dünyada yarattığı şeyleri bir vasıta ile yaratıyor. Bir sebeple varlık âlemine çıkarıyor.

Bu noktada insan, tek yaratıcı olan Rabbini bilecek, bir yandan da sebepleri göz ardı etmeyecek. İşte burada dengeyi kurarken bazen zorlanıyoruz.

Kimisi her şeyin bir sebeple varlık âlemine çıktığını görerek, onları her şey zannediyor. Eli göremediğinden, yazıyı kalem yazar zannediyor. Bir şeyin olması için, o şeyin sebebini olmazsa olmaz biliyor. Ve böylece saplanıyor sebeplere; yaratılmışlara, kendilerinde olmayan sıfatları yamıyor; onları yaratıcı zannediyor. Onlarsız olamayacağı için değil, Allah’ın böyle istediği için böyle olduğunu anlayamıyor. Ve zihninde, yaratılmışları putlaştırmaya kadar giden, ebedi tehlikeye götürebilecek bir yol açıyor.

Kimisi de iman ettiği hakikatlerin gözüyle dünyaya bakıyor; nasıl olsa her şeyi Allah yaratıyor, öyleyse Ondan isteyeyim yeter, diyerek kendini tembelliğe atıyor. Bir de buna tevekkül ismini verip ibadet yapıyorum zannediyor.

Oysa, yol bu değil. Bu iki nazar da hatalı ve insanı yanlışlara sürüklüyor. Bediüzzaman Hazretleri, daire-i itikad, yani inanılan hakikatler alanı ve daire-i esbap, yani sonucun meydana gelmesine aracılık eden şeyler alanı diye iki farklı kavramla bu meseleyi açıklıyor. Ve şöyle diyor:

“Evet, Cenab-ı Hak, müsebbebatı (sonuçları) esbaba (sebeplere) bağlamakla, intizamı temin eden bir nizamı kâinatta vazetmiş. Ve her şeyi, o nizama müraat etmeye (uymaya) ve o nizamla kalmaya tevcih etmiştir. Ve bilhassa insanı da, o daire-i esbaba müraat ve merbutiyet etmeye (bağlı kalmaya) mükellef kılmıştır…”

Yani kâinattaki bu düzeni kuran Rabbimiz, dünyada koyduğu bu kanunlara da uymamızı, hikmet lisanıyla emrediyor. Bu kanunlara zıt hareket ettiğimizde, dünyadaki düzeni de bozmaya yönelik adım atmış oluyoruz. Mesela, tüm varlıklarda cari bir kanun olan ‘israfsızlık kanunu’na uymayıp, israf ettiğimizde fakirliğe düşüyoruz.

Bediüzzaman Hazretleri devamında şöyle diyor:

“…bu dailerin her birisi için ayrı ayrı makamlar, ayrı ayrı hükümler vardır. Ve her makamın iktiza ettiği hükme göre hareket lazımdır…”

Sebepler dairesindeyken, yani bir iş üzerindeyken, o işte başarılı olabilmemiz için gereken bütün şartları yerine getireceğiz. Üzerimize düşen bütün işleri yapacağız. Ondan sonra da sonucu yaratabilecek olanın Allah olduğunu bilip, sonucu yaratmasını Rabbimizden isteyeceğiz.

Bu inceliği tam anlayamamış birisinin devesi hastalanmış. Hz. Ali’ye (kv) gelerek, “Devemde deri hastalığı var, dua ediyorum fakat geçmiyor” diye yardım istemiş. Hz. Ali de ona, o hastalık için kullanılan ilacı hatırlatarak, “Duana biraz katran kat” diye cevap vermiş.

İmam-ı Âzam hazretleri de, bu meseleyi bir örnekle şöyle anlatıyor:

“İnsan, her şeye şifa veren tek varlığın Allahü Teâlâ olduğuna inanır; bununla beraber derdine deva olması için ilaç kullanır. Çünkü ilaç bir sebeptir. Şifasını verecek olan ise Allahü Teâlâ’dır.”

Yani, Karun gibi “Bütün bunları ben kendim yaptım” havasıyla kendimizi yaratıcı zannetmeyip; ben çalıştım, üzerime düşen vazifeleri yaptım, Allah da bunu yarattı, bana lutfetti diyeceğiz.

Hoca Nasreddin’in parayı veren, düdüğü çalar dediği gibi; önce parayı vereceğiz, sonra düdüğü isteyeceğiz.

Bize düşen, istediğimiz şeyin sebeplerini yerine getirmek, sonra da sonucu yaratmasını Allah’tan istemek. Bu yaptığımız da bir fiili dua olduğu için, büyük bir ihtimalle kabul görecek ve sevineceğiz.

Kısacası, Allah’ın dünyada koyduğu tabiat kanunları ve Kur’an’la bildirdiği manevî kanunları var. Bu kanunlara uyan insanlar başarıya ulaşıyor. Allah’ın dünyada koyduğu tabiat kanunlarına uymayan insan, dünyada başarısız olduğu gibi; Kur’an’la emredilen kanunlara uymayan insan, hem dünyada hem de ahirette hüsrana uğruyor.