TR EN

Dil Seçin

Ara

Satır Arkası

2007: Mevlânâ Yılı

Yaklaşık 3-4 aydır Unesco’nun 2007 yılını Mevlânâ Yılı ilân ettiğiyle ilgili haber, belli aralıklarla bültenlerde dönüyor. Ne kadar sevinsek azdır. Peki ama bu önemli fırsatın hakkını gerçekten verebilecek miyiz?

Yapılan hazırlıklara bir göz atınca ne yazık ki bu konuda çok da ümitli olmayı gerektirecek bir ışık görünmüyor ufukta. Anlaşılan, Mevlânâ için dünyanın belli bazı başkent ve büyükşehirlerinde Konya’da yapılan sema törenlerinin (şovlarının mı?) bir benzeriyle yetinilecek. En azından, şimdilik haberler bunlarla sınırlı.

Durum böyle olunca, Mevlânâ’nın sanki sema törenlerini icad eden bir şov üstadı olduğunu sananların, bu sanılarında 2007 yılında da herhangi bir değişme olması için pek de bir nedenleri olmayacak gibi. Hakikaten, Mevlânâ’yla ilgili “Ne olursan ol, yine gel” dizesinin dışında, onun hayat görüşünü, büyük bir İslâm âlimi oluşunu, birbirinden hikmetli beyitlerini en azından esas noktaları itibariyle ne zaman kavrayacağız?

Kaldı ki, o meşhur dizeyi de sahiplenenlerin Mevlânâ’yla gerçekte ne kadar işi olur, o da ayrı bir konu. Evet, Mevlânâ “Ne olursan ol, yine gel” diyor, ama arkasından “Yüzbin kere tövbeni bozmuş olsan da..” diyor. Yani bu kişi Allah’a yönelen, hiç olmazsa bir günah işlediğinde O’na tövbe etmeyi aklına getiren biri olmalı. Öyle değil mi? Mevlânâ’yı hümanistik felsefenin bir figürü haline getirmeye çalışanların kulakları çınlasın.

Umut ederiz ki, Kültür Bakanlığı Mevlânâ’yı asıl olması gerektiği gibi, bu yönleriyle tanıtmayı aklına getirir de, 2007 yılını Mevlânâ’nın kapitalist anlayışa entegre edilmiş karikatüristik örneğiyle geçirilen bir yıl olarak hatırlamayız sonra.

Mevlânâ’nın fikir ve irfan boyutunu tanıtmak için bizim aklımıza bazı çözümler geliyor. Meselâ, Mevlânâ’nın beyitlerinden yapılmış bir seçki, dünya başkentlerinin önemli noktalarında bilboardlarda sergilenebilir. Yine, Mevlânâ’nın konu edildiği seminer ve konferanslar tertip edilebilir. Yabancı dillerde bol sayıda kitapçık ve broşürlerle Mevlânâ tanıtımlarının yaygınlaştırılması sağlanabilir. Tabi, daha fazla eserinin yabancı dillere çevrilmesi de bu yıldan başlayarak ele alınması gereken başka bir proje.

Aslında Mevlânâ yılı öyle bir yılda ilân edildi ki, çatışmaların, haksızlıkların ortasındayız. Zalimler zulümlerini hiç bu kadar küreselleştirmemişlerdi. Bu küresel zulüm ortamının küresel adalet ve hoşgörü ortamına dönüşmesi için elbette Mevlânâ gibi önderlere olan ihtiyaç sonsuz. Başbakan Tayyip Erdoğan da, Medeniyetler Barışı adını verdiği projesinin ilhamını Mevlânâ’dan aldığını boşuna söylemiyor.

 

***

 

“Akıl padişahı kafesi kırdı mı, kuşların her biri bir yöne uçar.”

— Hz. Mevlânâ 

 

***

 

Başörtüsü yalanı

Güzide(!) basınımızın ‘güzide’ üyelerinden birinin Ramazan yalanlarının deşifre olmasının üzerinden daha şunun şurası bir iki ay geçti. “Basında güven” logolu bu gazetenin neşrettiği “Zemzem suyunda kanserojen madde”, “Ders kitabında abdest hurafesi”, “Liseli gençler Ramazan’da içki içen kişiyi öldürdü” gibi haberlerin aslı astarının olmadığı anlaşılmıştı. Biz de bu duruma dergimizde yer vermiş ve şöyle demiştik:

“Herhalde bazı gazete ve gazeteciler yılların verdiği alışkanlığı hemen bir günde bırakamıyorlar. Alışkanlığın getirdiği zorlamayla da, olmayan haberleri kafalarında kurup ya da mevcut haberleri çarpıtarak istedikleri hale sokuyorlar.”

Daha bu sözlerin mürekkebi kurumadan, yine güzide bir gazetemizde, Aralık ayının ikinci yarısında, başörtülü bir radyoloğun erkek hastanın ultrasonunu çekmediği için hastanın testisini kaybettiğine ilişkin kurmaca hikâyesini okuduk, hem de manşetten!

Fakat haberin hemen ertesinde hastane yönetiminin yaptığı tahkikat sonucunda haberin asılsız olduğu, sözü edilen başörtülü doktorların daha önce bu tür ultrason çektikleri ve olay günü başka doktorların görevli olduğu anlaşıldı.

Buna rağmen söz konusu güzide gazetemiz, uydurduğu yalan haber için bir düzeltme yapmayı onuruna yediremediğinden, “Dinî çevrelerde olayın kasıtlı olarak türbanlıların üzerine gitmek için çıkarıldığı havası yayılıyor” pişkinliğiyle istifini bozmamayı tercih etti. Sanki haberi “tesettür faciası” başlığıyla duyurmuş olan kendileri değil!

Bu haberle de açıkça belli oldu ki, bu güzide gazetelerimiz sayfalarına haber taşımıyorlar, sayfalarına koymak için haber araştırıyorlar. Yoksa da, üretiyorlar. Yeter ki bu milletin dini olan İslâm’ı savunma pozisyonuna itecek, başörtüsünün namusunu kirletecek bir haber olsun! Tüm dertleri, ürettikleri bu münferit haberler bir yekün teşkil etsin de, müslümanların yüzleri yere eğilsin, alınları ak bir şekilde söz söyleyemesinler.

Bu arada, haber yapacağız hırsıyla özel hayatını delik deşik ettikleri gencin, içine düşürüldüğü rencide edici durum karşısındaki feryadı ve ortada kalakalışı da başka bir hak ihlali olarak hafızalardaki yerini aldı.

 

***

 

Okullar alarm veriyor!

Her şey, çekim yapma özelliğine sahip cep telefonlarının piyasaya girmesiyle başladı. Özellikle geçen yılın sonunda bir lisede öğrencilerin derste pencereden dışarıya sarkarak sigara içmeleri ve öğretmeni şakayla karışık tartaklamalarından sonra, geçenlerde de Ankara TED Koleji’nde gerçekleştiği iddia edilen gençlerin tuvalette uyuşturucu partisi yapması, bir anda dikkatlerin yeniden okullara çevrilmesine neden oldu.

Bu ikisi dışında neredeyse her gün okullarda meydana gelen şiddet içerikli haberler de meselenin çok önemli başka bir boyutu.

Milli Eğitim Bakanlığı, bu iki konuyla (cep telefonu ve şiddet) ilgili olarak zaten harekete geçmiş durumda. Bir sonuç alınıp alınamayacağını ise zaman gösterecek.

Lâkin, alınması düşünülen önlemlerin okulların bu hale gelmesindeki gerçek sebepler üzerine pek yoğunlaştığı söylenemez. Örneğin, Bakanlık, öğrencilerin nasıl olup da derste sigara içebildikleri ve nasıl bu duruma geldikleri üzerine eğilmek yerine, bunun görüntülenmesinin ve basına yansımasının önüne geçmek adına cep telefonlarını yasaklama yoluna gitti.

Şiddetle ilgili olarak da, okullarda henüz ciddi bir önlem alınmış değil. Sadece kapıya güvenlik görevlisi koymakla özellikle liselerde şiddet eylemlerinin biteceğini sanmak ham bir hayal gibi görünüyor.

Şiddetin gerçek sebepleri üzerinde durmadan düşünülen bu pansuman çözümlerin işe yaramadığı, okullardaki şiddet içerikli haberlerin medyada aynı hızla devam etmesinden de açıkça belli.

Okullarda görülen bu şiddetin elbette toplumdaki genel şiddet ikliminden beslendiği kuşku götürmez. Ama okullarda yaşanan şiddet olaylarının yine de kendine has birtakım sebepleri olduğunu görmek zorundayız. Kalabalık sınıf mevcutları, televizyonun çocuk ve gençler üzerindeki tesiri, maneviyat eğitimi ve gelişiminde yaşanan eksiklik ve aksaklıklar, ÖSS ve OKS gibi büyük yarışlardan erken kopan gençlerin hedefsiz kalmaları sonucunda yaşadıkları çöküntü ve bunalım, bu sebepler arasında ilk akla gelenler. Yine, göç, ticarileşme, manevi değerleri erozyona uğratan kaotik şehir hayatının aile kurumunu zayıflatmasının da, dolaylı olarak, okullarda şiddete zemin hazırladığı söylenebilir.

Sebep yelpazesi bu kadar geniş olunca, çözüm yelpazesini de tabi o denli geniş tutmak icap ediyor. Yani okullarda görülen şiddet olaylarını yalnızca okulların ya da Milli Eğitim Bakanlığı’nın sorunu olarak görmek, aslında sorunu görememek anlamına geliyor. Her şeyden önce bunu tüm toplumun sorunu olarak görmek durumundayız. Bir çözüm olacaksa, bunun tüm toplumun ortak sağduyu ile hareket etmesiyle mümkün olacağını da.

 

***

 

“Bugün Türkiye’de üniversiteye girmeye kalksam, belki ÖSS’yi kazanamam!”

— Einstein’ın zekâ testinden 200 puan üzerinden 199.37 alan, 3 yıl önce yapılan Picasso testinde 360 üzerinden 357 alan, 7 dil bilen, 25 yaşında dünyanın en genç profesörü olan, Moskova Beyin Araştırmaları Enstitüsü tarafından dünyanın en zeki insanı ilan edilen Prof. Dr. Nadia Camukova böyle derse... 

 

***

 

John Taylor Gatto:

“Okulların kendisi kriz kaynağı!”

Bizim okul krizimiz büyük sosyal krizin bir yansıması aslında. Kimliğimizi kaybetmişe benziyoruz. Çocuklar mürekkebe boğulmuş, yaşlılar ise iş dünyasından uzaklaştırılmışlar. Bunun geçmişte bir örneği yok. Hiçkimse onlarla konuşmuyor. Halbuki gündelik yaşantısında çocuksuz ve yaşlısız kalmış bir toplum ne bir geleceğe ne de bir geçmişe sahip olabilir; sadece sürekli akmakta olan şu anda var olabilir. Aslında, ‘toplum’ kelimesi, birbirimizle etkileşim tarzımızı ifade etmede çoktandır doğru kelime değil artık. Çünkü biz toplum içinde yaşamıyoruz, internet ağları üzerinden etkileşim kuruyoruz. Ve benim tanıdığım herkes, bu sebepten dolayı yalnız. Tuhaf bir şekilde, okul bu trajedinin meydana gelişinde en büyük aktör konumunda. Tıpkı sosyal sınıflar arasında bir uçurumun oluşması suçunda olduğu gibi. Bir tür sınıflandırma mekanizması olarak okulun kullanılması neticesinde, bir kast sistemi oluşturduk galiba. Metro istasyonlarında amaçsızca gezen, caddelerde dilenen ve uyuyan ‘dokunulmazlar’ın sayısı gün geçtikçe artıyor.

Yirmi beş yıllık öğretmenliğimde büyüleyici bir gerçeği keşfettim: okullar ve eğitim, gezegenin büyük girişimcileri için gittikçe önemsizleşiyor. Artık hiçkimse bilim adamlarının bilim sınıflarında, politikacıların siyasal bilgiler sınıflarında, şairlerin de edebiyat sınıflarında eğitileceğine inanmıyor. Gerçek şu ki, okullar düzene itaat etmek dışında çocuklara hiçbir şey öğretmiyor. Bu, benim için büyük bir sır aynı zamanda. Çünkü binlerce medenî ve şefkatli insan okullarda öğretmen ve idareci olarak çalışıyor, ama kurumun soyut mantığı, onların kişisel çabalarına galip geliyor. Her ne kadar öğretmenler özen gösterseler ve sıkı çalışsalar da, ‘okul’ denen kurumun kendisi ruh hastası olmuş. Ne yaptığına dair bir bilinci yok. Bir zil çalıyor ve bir şiir yazmanın tam ortasında iken genç adam, defterini kapatmak zorunda kalıyor ve insanla maymunların aynı ortak atadan türediğini ezberlemek üzere başka bir ‘hücre’ye doğru hareket ediyor.

 

***

 

Susanna Tamaro:

“Tüketme, yüreğine geri dön!”

12 yıl önce yazdığı Yüreğinin Götürdüğü Yere Git adlı kitabıyla büyük ilgi gören Susanna Tamaro, ilk kitabının devamı olan Yüreğimin Sesini Dinle’nin tanıtımı için Türkiye’deydi. Bu gezi sırasında dünya gençlerinden, Türk ve İtalyan gençlerine kadar çarpıcı şeyler söyledi:

“Dünya gençliğinin, derin bir değere ve inanca sahip olmadan büyüdükleri için adeta duygularını kaybederek yaşadıklarını düşünüyorum. Bu nedenle gençlik için çok iyi düşüncelerim yok. Aileler parçalandı, herkesin 2 annesi 4 babası var. Ve bu da zayıflık, kırgınlık ve zorluk getiriyor. Maalesef gençlerin büyük idealleri yok ve kendi küçük ihtirasları peşinde bir hayat sürüyorlar.”

Dünya gençliği için bunları söyleyen Tamaro, Türk gençliği için ise bakın ne diyor:

“Türk gençliğini çok iyi tanımıyorum ama İtalyan gençleri ile kıyasladığımda daha ümitli olduklarını düşünüyorum. Topkapı Sarayı’nı gezerken ilkokul gezisine gelen öğrencileri gördüm ve onların hâlâ çocuksuluklarının var olduğunu gözlemledim, maalesef İtalya’daki çocuklar çok sönükler.”

Tamaro’nun, bu olumsuz gözlemlerine sunduğu çözüm ise gerçekten kayda değer:

“Bence Allah’la ve sonsuz olan değerlerle yaşamayı öğrenmeleri gerekiyor. Gençlerin bir tüketim aracı olmaktan çıkıp inanç sahibi bireyler olmaları gerekiyor.”