TR EN

Dil Seçin

Ara

Satır Arkası

Kilimanjaro’nun karları neden eriyor?

Kenya’nın başkenti Nairobi, Kilimanjaro’ya 240 km. mesafede. Nairobi’de dün sona eren BM iklim zirvesi nedeniyle 5 bin 895 metrelik Kilimanjaro’nun zirvesi de gündeme geldi. Genel görüşe göre erimenin nedeni, sera gazlarının yol açtığı iklim değişikliğiydi. Reuters ajansının tam olay yerinden verdiği habere göre, bir Masai köyünün 100 yaşındaki reisi, “Her geçen yıl karlar azalıyor. Bunu yapsa yapsa Allah yapar” diyordu. Son 20 yıl içinde üç ayrı kuraklık dalgasında büyükbaş hayvanların kitleler halinde telef olduğunu, oysa daha önce hayatında hiç kuraklık görmediğini söylüyordu.

İşte bu ortamda, ABD’nin eski Başkan Yardımcısı Al Gore’un, gelecekteki felaketleri anlattığı “Uygunsuz Gerçek” belgeselinde de, Kilimanjaro’nun karları çıktı seyircinin karşısına. Sadece Kilimanjaro mu?

Atmosfere salınan gazların oluşturduğu yoğun tabaka ısıyı hapsettiği için Grönland eriyor, Antarktika’daki devasa buz kütlesi kırılıyor, tabaka inceliyor. Kutup ayıları kilometrelerce yüzdükleri halde tutunacak tek bir buzul parçası bulamadıkları için can veriyorlar. İklimler öyle bir şaşıyor ki, kuşların yumurtadan çıkış dönemleriyle tırtılların kozadan çıkış vakti kesişmediği için kuşlar açlıktan ölüyor. İtalya Alpleri, İsviçre Alpleri, Himalayalar hepsi eriyor.

Sel ve kuraklık başa baş gidiyor. Simülasyonlarda San Francisco’yu, Şanghay’ı, Hindistan ve Bangladeş’i sular basıyor. 100 milyonu aşkın insan yaşıyor buralarda. Peki yüz binlerce mülteci ile nasıl başa çıkılacak?

Bu işte en büyük günah, herkesin bildiği üzere, tüketim tarzıyla sera gazı yayma canavarı haline gelen ABD’ye ait. Gerçi Katrina kasırgasında uğradığı felaketle ABD ödüyor yaptıklarının bedelini. Ama her şeye kulağını tıkamış Bush Yönetimi, Kyoto Protokolü’nü imzalamaya hâlâ yanaşmıyor. Ahlâk konusunda problemi olan bu yönetim, küresel ısınmayla mücadele edebilecek bir ahlâkî duruş sergileyemiyor. Böyle bir yönetimi işbaşına getiren Amerikan halkının da bunda mesuliyeti çok büyük!

 

***

 

“Başımızı derde sokan kötü gelişmelerin özünde bilmediğimiz şeyler değil, başımıza asla gelmeyeceğinden emin olduklarımız vardır.”

— Mark Twain

 

***

 

Kız-erkek ayrı eğitim, basbayağı oluyormuş!

Bizim ülkemizde en tabu konulardan biridir kız ve erkeklerin ayrı ayrı eğitim görmeleri. Gelin görün ki, en modern diye bildiğimiz Amerika Birleşik Devletleri’nde 1995 yılından beri bu konuda bazı gelişmeler oluyormuş. 95 yılında 3 devlet okulunda pilot çalışma olarak başlatılan kız-erkek ayrı eğitim, görülen fayda üzerine, bugün 253 okula yaygınlaşmış durumda. 51 okulda ise tamamen kız ya da erkek öğrenciler alınmaya başlamış. 200 okul da bu uygulamaya geçmek için sıraya geçmiş.

Peki Birleşik Devletler’de bu uygulamaya niçin geçmek ihtiyacı duyulmuş? Asıl onu merak ediyoruz.

Yapılan araştırmalara göre, bu uygulama ile, öğrencileri meşgul eden eğlence, kavga, suç işleme, vakti boşa harcama ve taciz gibi olumsuzlukların en az düzeye indiği görülmüş. Karma okullarda kızlar nasıl göründükleriyle ilgilenirken, sadece kız okuluna giden kızlar kim olduklarıyla daha çok ilgilenmeye başlamış. Yine ayrı okula gidenlerin kendine güven oranları da daha yüksek bulunmuş. Dünya genelinde artık bir put halini alan başarı noktasında da, bu öğrenciler nispi olarak öne geçmişler.

Bu konuyla ilgili bir diğer önemli başlık ise, kız ve erkek öğrenciler arasındaki “öğrenme farklılıkları”na ilişkin. Bilim adamları bu konuda da öğrenmede değişik adımlarda ilerleyen iki grubun yan yana getirilmesinin çok akıllıca olmadığında ittifak halinde. Bir araştırmaya göre, erkek öğrenciler dersi hareketli işlemeyi isterken, kız öğrenciler kendilerini sakin bir ortamda ifade etmeyi tercih ediyor. Kız öğrenciler etrafta erkek öğrenciler olduğunda utangaç bir tavır sergiliyor ve yanlış yapmaktan çekiniyor.

Bunların dışında, erkek ve kadın beyinlerinin farklı çalıştıklarını da hesaba katınca, kız-erkek ayrı eğitimi üzerinde hiç düşünmeden itiraz edenlerin acaba bu konuyu tabu olmaktan çıkarıp yeniden değerlendirmeleri icap etmiyor mu?

 

***

 

53 DAKİKAM OLSAYDI...

“Günaydın,” dedi Küçük Prens. “Günaydın,” dedi satıcı. Adam susuzluğu gideren çok etkili haplar satıyordu. Haftada bir tane yutunca artık canınız bir şey içmek istemiyordu.

“Neden satıyorsun bunları?” diye sordu Küçük Prens.

“Zamanı çok ölçülü harcıyor insan bunlarla,” dedi satıcı. “Uzmanlar hesapladılar. Haftada elli üç dakika biriktiriyorsun.”

“Peki bu elli üç dakikayı ne yapıyorsun?”

“Canının istediğini...” 

“Benim,” dedi kendi kendine Küçük Prens, “Harcayacak elli üç dakikam olsaydı, yavaş yavaş bir çeşmeye doğru yürürdüm.”

 

***

 

Adaletin bu mu Adalet divanı?

Şubat ayının sonunda yakın geçmişte işlenen iki katliamla ilgili haberler hafta içinde medyada yerlerini aldı. Biri Sırpların Bosnalı Müslümanlara reva gördüğü Srebrenitsa katliamı; diğeri ise Ermenilerin Azerilere yönelik işlediği katliamla ilgiliydi.

Birinci haber, Uluslar arası Adalet Divanı’nın Srebrenitsa katliamını katliam olarak kabul etmekle birlikte, Sırbistan devletinin bu suçtan sorumlu olmadığını söylüyordu. Buna göre 1995 yılında Srebrenitsa’da 8 bin Müslümanın öldürülmesinden Sırplar sorumlu tutulamazdı. Belki ihmalleri vardı. Mahkeme, ayrıca, verdiği kararın doğal bir sonucu olarak, Boşnakların tazminat taleplerini de reddetti.

İkinci habere gelince, Ermenilerin Dağlık Karabağ sorunu sırasında Hocalı’da bir gecede 613 kişiyi katletmesinin anma yıldönümü münasebetiyle dünyanın çeşitli yerlerinde düzenlenen anma törenlerinden bahsediyordu. Bu olayla ilgili aslında tuhaf karşılanması gereken durum ise, bu katliamın henüz herhangi bir uluslar arası mahkeme ya da bir ülke meclisi tarafından katliam olarak kabul edilmiş olmamasıydı.

Bu iki haberi alt alta koyduğumuz zaman ikisine yönelik de benzer bir adaletsizlikle karşı karşıya kalındığı görülüyor. Batılı ülke meclislerinin başka işleri yokmuş gibi 1915 yılında yaşananları ‘Ermeni katliamı’ olarak tescil etme gayretleri hızla devam ederken, bu iki katliama yönelik gösterilen vurdumduymazlık insanın içini burkuyor doğrusu.

Gerek bu iki olayda olsun, gerekse Batılı ülkelerin özellikle de hukuk nedir bilmeyen ABD’nin Afganistan’da, Irak’ta ve dünyanın diğer bölgelerinde yaptıklarında olsun, bir şey cidden çok dikkati çekiyor: Bunlar o kadar gülünç bahaneler öne sürerek hareket ediyorlar ki, çocuklar bile öne sürülen mazeretler, bahaneler karşısında acı acı gülümsemekten başka bir seçenek bulamıyor.

Neymiş? Bu bir katliammış, ama Sırp Devleti bundan sorumlu değilmiş. Neymiş? İran’da nükleer silahlar üretilmeye çalışılıyormuş, ama çalışamazmış, bu kendisinin hakkıymış. Neymiş? Nükleer silahlarını teslim etmediği için Irak’a girmek zorundaymış, bunun için kesin bir kanıta ihtiyacı yokmuş, Irak’a girince nasıl olsa bulurmuş. Neymiş?...

Evet, güç bugün başta ABD ve Batılı ülkelerin elinde. Gücün devlet ve uluslar arası düzeyde bu derece hukuksuzlukla at başı gitmesi ise hiç hayra alamet değil. Hele bunun ülke meclisleri ve uluslar arası kurumlar eliyle yürütülmesi insanı daha da dehşete düşürüyor.

Bu düzeylerde “menfaat prensibi”nin bu kadar zalimce peşine düşülmesinin nedeni ne olabilir acaba? Parlamentoların kulağını Rabbin prensiplerine değil de seçmenin arzusuna (onu da yapmıyorlar ya!) dayıyor olması mı? Doğrusu, ulus ve uluslar arası düzeye doğru çıkıldıkça tanrıtanımazlığın ve menfaatperestliğin bu derece belirginleşmesi, akla seçebileceği alternatif başka bir gerekçe bırakmıyor.

 

***

 

Bir veda mektubu

Eğer yaşlılıktan bir an kurtulup eski gücüme kavuşsam, eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm.

Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinlerdim. Basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım.

Nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin kendisini göstermesini beklerdim. Gözyaşlarıyla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim.

İzin verirseniz, artık ölebilir miyim?

— Lenf kanserine yakalanan Gabriel Garcia Marquez’in veda mektubundan bir bölüm.

 

***

 

Öğretmenin altın kuralları değişti!

Geleneksel öğretme yöntemleri ve eğitim uygulamaları hızla geçerliliğini kaybediyor. Özellikle ailelerin doğru sandıkları yanlış tutumları başarı yerine başarısızlık getiriyor.

Örneğin, eskiden öğrencilerin masada ya da sırada dik bir şekilde oturduklarında daha iyi öğrendikleri düşünülüyordu. Oysa araştırmalar, pek çok kişinin resmi olmayan ortamlarda daha iyi öğrendiğini ortaya koydu.

Eskiden öğrencilerin yoğun aydınlatılmış ortamlarda daha iyi öğrendikleri düşünülüyordu. Oysa bugün pek çok öğrencinin loş ışıklı ortamlarda daha iyi öğrendiği ve yoğun aydınlatılmış ortamların öğrencilerin kendisini huzursuz hissetmesine ve hiperaktif olmasına neden olduğu ortaya kondu.

Eskiden öğrencilerin çok sessiz ortamlarda daha iyi öğrendikleri sanılıyordu. Oysa günümüzde pek çok öğrencinin hafif müzik çalınan ortamlarda daha iyi düşündüğünü ve hatırladığını gösteren araştırmalar mevcut.

Eskiden öğrencilerin zor konuları daha uyanık oldukları sabah saatlerinde öğrendikleri düşünülüyordu. Oysa dünyada birçok okulda sabah saat 09.00 ile 10.00 arasında yeni bir şey öğretilmediği, bunların öğleden sonraki derslere bırakıldığı ortaya çıktı.

Eskiden öğrencilerin ders sırasında herhangi bir şey yemesinin öğrenmesine kesinlikle engel olacağı düşünülüyordu. Oysa bugün araştırmalar, pek çok öğrencinin bir şeyler öğrenirken atıştırmalarına, sakız çiğnemelerine, bir şeyler içmelerine izin verildiğinde, daha iyi konsantre olduklarını söylüyor.

Galiba, çocuklarımızı öğrenme adına sıkıştırmamız, onların öğrenmesiyle değil, sıkılıp kendilerini kapatmasını sonuç veriyor. Ne dersiniz?