Beden dilin değil, Sen doğru ol!
Nicedir derin sorunlarına kolay çözümler arayanların sığınağı oldu, kişisel gelişim... NLP, beden dili, ben dili, sen dili derken, insanlara standart doğru davranış öğretim teknikleri aldı başını yürüdü.
Yönetim kurulu toplantısına katılmak üzere evden çıkan üst düzey yönetici kocasını kapıda durduran karısı ‘hayatım, aman beden diline dikkat et, yanlış mesaj verme’ diye uyarıyor.
Yeni mezun genç, iş görüşmesine gitmeden önce arkadaşlarına yakınıyor: “Biraz beden dilim üzerinde çalışmam lâzımdı, yanlış anlaşılırsam hiç şaşırmam.”
Birbirinden çok farklı insanlar “doğru beden dili” diye bir şeye inanıyor ve bununla birçok sorunu halledeceklerini düşünüyorlar.
Peki nedir bu beden dili?
İnsanî duyarlılığa sahip gazeteci Haşmet Babaoğlu, bakın bu konuda neler diyor:
“Bunların hepsi karşımızdakini etkilemek ve ‘malı götürmek’ üzerine kurulu taktik ve stratejiler olarak getirilip önümüze konuluyor. İnsanlara ‘aman beden diline dikkat et’ deniyor ama sanki asıl kastedilen şu: ‘sen sus, yalanlar konuşsun, imajın alıp yürüsün!’
Hayatı, birbirimizi seyredip alkışladığımız veya yuhaladığımız bir sahne olarak ele alıp değerlendiren modern kültürde gerçek kişiliğin, gerçek karakterin yeri ikincil bir değere sahip. Varsa yoksa, hangi role büründüğün, nasıl göründüğün, yani ‘artiz’lik!
Oysa insanlığın binlerce yıllık bilgelik geleneğinden damıtılmış [Mevlana’ya ait] ‘ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol’ öğüdü vardır ve çok açıktır.
Bir ‘performans sanatı’ndan söz etmez bu öğüt. İster dilinle, ister beden dilinle ‘oynamanı’ değil, ‘ol’manı ister!
O zaman zaten dili de, eli de, işi de doğru olur insanın.”
***
Camideki 500 yıllık bilgi
ABD’li araştırmacılar, Batı’nın 30 yıl önce keşfettiği geometrik bir sistemin, İslâm bilim adamları tarafından Bursa Yeşil Cami gibi pek çok cami ve medresede, 500 yıl önce kullanıldığını ortaya çıkardı.
ABD’deki Harvard Üniversitesi’nden Peter Lu ile Princeton Üniversitesi’nden Paul Steinhardt adlı araştırmacıların yaptığı çalışmaya göre İslâm dünyasındaki sanatçıların çinilerinde kullandıkları geometri bilgisine, Batılı matematikçiler ancak 500 yıl sonra ulaşabildi. İki bilim adamı bu tezlerine örnek olaraksa, Bursa’da bulunan Yeşil Cami’deki çiniler ile İran, Irak, Afganistan ve Özbekistan’daki yapıtları gösterdi.
Bilim dergisi “Science”da yayımlanan bu ilginç araştırmaya göre, önceleri İslâm sanatçılarının çinilerdeki bu şekilleri sadece pergel ve cetvelle yaptıkları sanılıyordu. Ancak ABD’li iki bilim adamı, mercek altına aldıkları yapılarda “kuvasi kristal geometrisi” denilen ve düzensiz aralıklarla kendini tekrar eden bu sistemin kullanıldığını saptadı.
Bu sistemi Batı’da ilk geliştirense, bundan yaklaşık 30 yıl kadar önce tanınmış İngiliz bilim adamı Roger Penrose oldu. Bu geometrik sistemde, 5 ve 10 kenarlı şekiller düzensiz ve çok büyük aralıklarla birbirini takip ediyor. Araştırmacılara göre, hayli karmaşık olan bu düzeni dev ölçekli düzlemlerde kullanmak ise çok büyük bir matematik bilgisi gerektiriyor.
Bu da açıkça gösteriyor ki, İslâm medeniyeti hakikaten “sadelik içinde mükemmellik” formülü şeklinde ifade edilebilecek bir anlayışa yaslanıyor. Günümüzün mükemmelliği karmaşıklıkta arayan uygarlık anlayışının bundan öğreneceği daha çok şey olduğu kesin.
***
“Allah’ın isimlerini anmak”
Bu konudaki bir haber oldukça ilginçti. Sağlıklı yaşam, doğal tıp, doğru beslenme, obezite, stres gibi konularda gelir seviyesi üst düzey grubuna yıllardan beri hizmet veren Dr. Ender Saraç, Allah’ın 99 ismini zikretmenin insana huzur verdiğini söylüyordu haberde. Reçetesinde merhametsizlere ‘Er Rahim’ ve ‘Er Rahman,’ aşırı sinirlilere ‘El Halim,’ yaşamında sevgi ve muhabbeti az olanlara ‘Yâ Vedud’ nereye gideceğini bilemeyenlere ‘El Hâdi,’ sıkıntı içinde olanlara ‘El Vekil’ ismini zikretmelerini öğütlüyor Dr. Ender Saraç.
İlk anda inanan insanların hayli ilgisini çeken ve takdirini toplayan bir gelişme idi. Ama röportajının devamında sayın Saraç’ın ağzından çıkan öyle cümleler var ki, bir kere daha düşünmeden edemiyoruz. Sayın Saraç, esma zikrinin “diğer enerji teknikleri gibi pozitif enerji verebilecek etkili bir yöntem” olduğunu söylüyor. Cümlenin kuruluş biçimi. Batı insanının içine düştüğü manevî boşluğu gidermek adına yöneldiği yoga, meditasyon gibi tekniklerin yanına üçüncü, beşinci, on beşinci.. bir teknik olarak da “esma zikri”nin konduğu ve hizmete sokulduğu yargısını sonuç veriyor.
Aslında Ender Saraç’la bu röportajın yapılış sebebi, bir süre önce piyasaya çıkan “Ruhsal Gelişimimiz ve Kader” adlı kitabı. Saraç, kitabı için “Bu kitap ne dinî ne de siyasi bir çalışma değil” diyerek zihinleri şaşkınlığa sevk eden ikinci tuhaf cümlesini kuruyor. İçinde Allah’ın isimlerinin geçtiği ve bunların bir tedavi reçetesi olarak önerildiği kitap, “dinin dışında” bir çalışma olarak sunuluyor.
Dr. Ender Saraç belki kendisine göre doğru bir yol tutmuş olabilir. Ona bir şey demiyoruz. Belki önce esma zikriyle başlayan bir yolculuk, iman durağına götürebilir hastaları. Allah’ın kime hangi vesile ile hidayet edeceğini biz bilemeyiz. Ama yine de doktor Ender Saraç’a ve mü’minlere şu noktayı hatırlatmadan da geçemeyeceğiz:
Hakiki hidayet yolu, maddeciliğin, maddi hazlara boğulmanın karşıtı olan ruh maneviyatçılığına yönelmekten geçmez. Yani insanlar Allah’a ve ahiret gününe iman etmeden sadece kendi ruhî ihtiyaçlarına karşılık gelen bir ‘manevî dünya’ inşa ederek doğru yolu bulmuş olmazlar.
Hidayet yolunu bulmak isteyenler, her şeyden önce kerim bir peygamberin (Resul-i Ekrem) rehberliğinde, kerim bir Kitab’a (Kur’an-ı Kerim) tutunmak, ve elbette Kerim bir Allah’a (Kerim-i Mutlak) iman etmek durumundadır. Bunun dışında kalan veya bunlardan birinin eksik olduğu tüm arayış ve reçeteler, ancak dünya hayatında bir fayda sağlayabilir ve ancak dünya dairesiyle sınırlıdır. “Varacağımız asıl yurt ise ahiret yurdudur.”
***
Bay kırmızı
Bir gezegen biliyorum, orada bir Bay Kırmızı yaşıyordu.
Hiç çiçek koklamamıştı. Hiç yıldız seyretmemiş, kimseyi hiç sevmemiş, toplama işleminden başka bir şey de yapmamıştı.
O da senin gibi bütün gün yineleyip duruyordu: “Ben ciddi bir adamım! Ben ciddi bir adamım!”
Ve gururundan yanına yaklaşılmazdı. Ama adam değil, mantardı!
— Küçük Prens’ten
***
Televizyon ne kadar zararlı?
Birincisi, reklâmlar. Reklâm seyretmek çocuğun anlık dikkatini ve görsel hafızasını geliştirmesine yararlı olabilir. Ancak uzun vadede, çok fazla seyredildiğinde, çocuğun dikkat süresinin kısa kalmasına, bir konuyu uzun süre takip edememesine neden olur. Ayrıca, çocuğun tüketim alışkanlıklarını, reklâm verenlerin menfaatleri doğrultusunda şekillendirir. Reklâmlar, çocuklara, şu veya bu ürüne sahip olarak mutlu olacakları mesajını verir.
İkincisi, yanlış rol modelleri. Çocuklara özellikle diziler ve bazı televizyon programları aracılığı ile bazı rol modelleri dayatılır. Çocukların seyrettiği programlarda sunulan cinsiyet rolleri son derece basmakalıptır. Çocuklar bu klişeleri zihinlerine yerleştirip onlarla özdeşleşirler. Bu nedenle bir dönem Türkiye’de değişik yaş gruplarından çocuklar “Polat Alemdar” olmak istemişlerdi.
Üçüncüsü, sihirli programlar. Televizyonda çocuklar açısından tehlike yaratabilecek yeni bir program türü de sihirle ilgili programlardır. Bu dizilerde tüm sorunlar sihirle çözülmekte, insanlar işlerini kolaylıkla halledebilmekte ve imrenilecek bir güce sahip olmaktadırlar. Çocuklar Spider Man gibi camdan aşağıya atlamak istemekte, sihirli değnekle isteklerine bir an önce ulaşmaya çalışmaktadırlar.
Dördüncüsü, aileden beklentiler. Çocuk; dizi, reklâm gibi programlardaki aile profilliyle kendi ailesini kıyaslamaya girmektedir. Sonuçta ailesini suçlamakta ve memnuniyetsiz olma eğilimine girmektedir.
Beşincisi, şiddet eğilimi. Çocuk duygusal alanda televizyondan neler öğrenir? En başta şiddeti öğrenir. Bu konuda yapılmış araştırmalar, çocukların bir saat içinde ortalama 20 şiddet içeren görüntüye maruz kaldıklarını, prime time’da televizyonda yaklaşık 350 karakter göründüğünü ve bunların 7’sinin öldüğünü ortaya koymuştur. Çocuklar 13 yaşına geldiklerinde televizyonda ortalama 8000 cinayete tanık olmaktadırlar.
Altıncısı, okuma ve düşünme. Çok televizyon seyreden çocuklar okumaya vakit ayıramadığı için; televizyonun olumsuz etkisi ikiye katlanmaktadır.
Yedincisi, dilde yozlaşma. Fazla televizyon seyreden çocukların, kendilerini ifade etmekte zorlandıkları; dil gelişimi ve iletişim kurma açısından yaşıtlarının gerisine kaldıkları bilinmektedir.
Bunlar televizyonun bizim tespit edebildiğimiz zararları. Bir de tespit edemediklerimiz var kuşkusuz. Ama bu kadarı bile, nasıl bir problemle karşı karşıya olduğumuzu açıklığa kavuşturuyor, öyle değil mi?
***
KÜÇÜK MÜDAHALEYE ÖVGÜ
“Büyük meseleleri, büyük programların halledebileceğinin düşünüldüğü günler geride kaldı. Küçücük müdahalelerin, kendileri gibi küçücük sonuçlar doğuracağı düşünüldüğü için, küçümsendikleri günler de öyle.”
***
“Başkalarıyla—hatta karşına çıkan tek insanla—sanki her şey o an başlayacak ve biraz sonra bitecekmiş gibi yaşamalısın.”
— Cesare Pavese’in Yaşama Uğraşı adlı kitabından.
***
Bilimsel başarı ve totoloji
Bilim adı altında kendi kurgumuz olan kurallar bütününün hayatımıza yaptırım gücü olan bir kavram olarak girmesi, hakikaten ilginç bir durum.
İster fen bilimlerinde, ister sosyal bilimlerde, ister toplum yaşamında her şeyi doğru ya da yanlış olarak nitelemenin gerçek ile ilgisi yoktur. Bu nitelemeler sadece önceden koyulan kurallarla ilgilidir. “Yanlış,” kurallara ters düşendir; “doğru” ise ters düşmeyen.
Bir oyundu bu; briç gibi satranç gibi. Tabiatta olmayan bir şekil kurgulamıştık önce, üçgen gibi, piramit gibi. İşin matrak yanı, üçgenin açılarının toplamının yüz seksen derece olduğunun saptanmasının ‘bilimsel bir zafer!’ olarak algılanmasıydı, sanki başka türlü olabilirmiş gibi.
Bilim denilen şey, bilim adına yapılan her şey, koyduğumuz kuralların diğer telmihlerini saptamaktan ibaretti. Kalesi çapraz gitmeyen, atı L şeklinde hareket eden, fili ancak şunu yapabilen, şu kadar taşlı bir oyunun telmihleri nelerdir? Sayısızdılar, tabii. Sayısız kombinasyonlar mümkündü ve insanlar bu kombinasyonları ortaya döktüklerinde etkileniyor, sevinmiş oluyorlardı. Çünkü kuralları koyanların kendileri olduklarını unutmuşlardı, sonuçlarıyla oyalanıyorlardı. Matematikçiler bitmez tükenmez çıkarsamalar yapıyorlar, kurallara ters düşmedikleri için de başarılı oluyorlardı! Başarı, çoğu zaman ömür boyu süren bir turu başlanılan yerde bitirme becerisinden ibaretti. Çarpım işleminin sağlamasını yapmak, yani ilk kurallara ters düşmemek... Başarı buydu. Nereden bakarsanız bakınız, ‘başarı’ büyük bir totolojiden ibaretti.
— Alev Alatlı, Schrödinger’in Kedisi adlı kitabında “bilimsel başarı”ya çarpıcı bir yorum getiriyor.