Bir ‘sağlık efsanesi’nin sonu
İlaç tüccarlarının her yere uzanan kollarıyla sağlık alanını fesada verdiği günümüzde, artık araştırmalara da güven kalmadı. İki gün önce faydalı ilân edilen bir yiyeceğe, iki gün sonra “Aman uzak durun!” denebiliyor. Beş altı yıl önce kalp hastalarına “Sakın uzun süreli yürümeyin, oturun dinlenin” denirken, şimdi her sabah sağlık yürüyüşleri yapmaları tavsiye ediliyor.
Bunun gibi, daha pek çok örnek var. Bugünlerde tartışılan “sağlık efsaneleri”nden biri de, kolesterolü artırdığı için yumurtadan, şişmanlattığı için karbonhidratlardan uzak durmalı önerisi.
Reuters ajansına konuşan Washington Üniversitesi’nden fizyolog Wendy Repovich’in bu öneriye yanıtı oldukça ilginç: “Yumurtanın kolesterolü yükselteceği efsanesi, yumurtanın sarısında bulunan kolesterol miktarının diğer ürünlerden daha fazla olması nedeniyle ortaya çıktı. Oysa, yumurtada sağlık riski yaratacak oranda bir kolesterol yok.”
Çoğu insanın bu inanç nedeniyle yumurtadan uzak durduğunu belirten Repovich, kalp-damar rahatsızlığı bulunanlarda doktorun yumurtadan uzak durulmasını tavsiye edebileceğini, ancak günde bir ya da iki yumurta yemenin kolesterol düzeyinde farklılık yarattığını gösteren araştırmalar bütünü olmadığını belirtti.
Repovich karbonhidratların şişmanlattığı iddiasına da katılmıyor. Ortalama ölçülerde karbonhidrat kilo artışına neden olmuyor. Günde sekiz bardak su içme önerisine ilişkin olarak da Repovich, şunları söylüyor: “İnsanlar günlük kaybettikleri suyu yerine koyma ihtiyacı duyarlar. Ama bunun için günde iki litre suya ihtiyaç yok. Ayrıca yediğimiz diğer yiyeceklerden de su ihtiyacımızı karşılıyoruz.”
Repovich’in açıklamaları, bir sağlık efsanesini yok etmeye yetecek mi? Bunu hep beraber göreceğiz.
***
“Satılık Bilim”
Günümüzde bilim, sermayenin işaretine göre şekil alabilen bir hamura dönüştü. Özellikle bilim sahasına yeni adım atmış araştırmacılar, kariyerlerine hızlı bir giriş yapmak için araştırmalarına büyük paralar peşinde koşuyorlar. Bundan belki onların kariyeri olumlu etkileniyor, ama saf bilgi ve insanların iyiliği açısından aynı derece olumlu bir sonuç çıkmıyor.
İngiliz Guardian gazetesindeki köşe yazısında George Monbiot, bu konuda çarpıcı tespitlerde bulunuyor:
“Eskiden bilim çalışmalarına devlet desteği çoktu. Fakat günümüzde bu durum hızla değişiyor. Artık araştırmaların büyük bölümü, özel şirketler tarafından finanse ediliyor. Üniversitelerde bile endüstri dünyasının ihtiyaçlarını karşılamak düşüncesiyle, genç araştırmacılar şirketlere yönlendiriliyor. Tüm bunların sonucunda, ahlâklı bilim adamlığının kökü kurudu. İngiltere’nin en iyi beyinleri, şimdi, bizi soymanın yeni araçlarını bulmaya çalışıyorlar. Çalıştıkları konu, ‘Belli malların tüketimini etkileyen tercih ve davranış örüntüleri.’
Hangi konuda araştırma yapılacağına artık bilim adamları değil, şirketler karar veriyor. Petrol araştırmalarına harcanan para, yenilenebilir enerji araştırmalarına harcanan paranın beş katı. Oysa yenilenebilir enerji kaynakları tam da araştırma yapılması gereken yeni bir çalışma alanı. Ama bu alanda neredeyse hiç araştırma yapılamıyor. Çünkü araştırma fonları petrol şirketlerinin elinde.
Bu durumdan aslında en olumsuz etkilenenler bilim adamları. Çünkü yaptıkları çalışmalar, eski çalışmaların basit bir teyidine dönüştü. Ama onlar da tepki gösterecekleri yerde, şirketlerin yanında yer alıp, halktan uzaklaşıyorlar. Bir halk düşmanlığına doğru hızla ilerliyorlar.”
Monbiot’un söylediklerinden de anlaşılıyor ki, modern bakış açısının öngördüğü şekilde bilimsel çalışmalar arttıkça, insanların daha iyi şartlara kavuşması söz konusu bile değil. Tam aksine, kâr amaçlı şirketlerin emrine girdikçe, bilim insanlık karşıtı bir hâl alıyor.
***
“Reklamcılık, yarı doğrulardan tam yalan üretme sanatıdır.”
— E. Shoaff
***
Farabi ve Mutluluk
Pek çok klasik düşünür gibi, Farabi için de mutluluk duyusal hazların ötesindedir. Mutluluk bir his değil, bir hâldir; yani varoluşsal bir durumdur. Mutlu olmak, eşyanın hakikatine ulaşmakla mümkündür. Bu manada mutluluk mahsus (hislerle elde edilebilen bir şey) değil, makuldür (yani akıl ve tefekkür yoluyla elde edilir).
Çünkü mahsus olan geçicidir, sınırlıdır. Dahası sınırlı olduğu için paylaşımı her zaman çatışmaya yol açma potansiyeline sahiptir. Tarih, sınırlı kaynakların paylaşımı için yapılan savaşların bir dökümüdür. Oysa akli ve makul olan, paylaşıldıkça azalan bir şey değildir. Akla taalluk eden bir hâl olarak mutluluk ne kadar yayılırsa, paylaşım alanı o kadar yaygınlaşır.
— Farabi'nin mutluluğa getirdiği bu ilginç yorum, her şeyden önce mutluluğu geçici hazlarda aramaktan artık vazgeçmemiz gerektiğini söylüyor. Çünkü dediği gibi Farabi'nin, mutluluk bir hâl, his değil!
***
Büyükler rakamdan hoşlanır
“Büyükler, rakamlardan hoşlanırlar.
Onlara yeni bir dosttan söz ederseniz, asıl önemli olan şeyleri sormazlar size; hiçbir zaman “Sesinin tonu nasıl? En çok sevdiği oyunlar hangileri? Kelebek koleksiyonu yapar mı?” diye sordukları olmaz.
“Kaç yaşında? Kaç erkek kardeşi var? Kilosu ne kadar? Babası ne kadar kazanıyor?” diye sorar ve yalnızca o zaman onu tanıdıklarına inanırlar.”
— Küçük Prens’ten
***
Harem: Padişahın evi
Avrupalıların egzotik anlatımları sonucu, biz de padişahların evini pornografik bir gözle görür olduk. Oysa, harem her şeyden önce bir ev, padişahın evi. Bu ev, tasvir edildiği gibi padişahların zevk u sefa sürdüğü, en büyük dedikodu ve entrikaların döndüğü, en acımasız cinayetlerin işlendiği bir ‘altın kafes’ değil.
Halil İnalcık’ın belirttiği gibi, Enderun nasıl Osmanlı devletinin erkek yöneticilerinin yetiştiği üst düzey bir okul ise, Harem de kadın yöneticilerin yetiştiği bir mektepti.
Harem’i tek boyutlu tasvir edenler, Harem’i bir kez dahi görmemiş Avrupalılardı. Belki de görmedikleri için hayal güçlerini fazla çalıştırmışlardı. Nitekim, padişahın geceyi birlikte geçireceği cariyeyi seçmek için iki sıra hâlinde dizilmiş cariyeler arasından geçerken beğendiği güzelin önüne mendil bıraktığı hikâyesi, yine bir Avrupalı olan Lady Montagu tarafından tekzip edilmişti. III. Ahmed döneminde (1703-1730) İngiltere’nin İstanbul elçisi olan Wortley Montagu'nun eşi olan Lady Montagu, Harem’in işleyişine şahit olan ender Avrupalılardan birisiydi.
***
“Kuşlar gibi uçmasını, balıklar gibi yüzmesini öğrendik, ama kardeşçe yaşamayı öğrenemedik.”
— Martin Luther King
***
Gençler neden cinayet işliyor?
Her ne kadar aileler “Benim oğlum bunu yapacak biri değil” deseler de, cinayeti işleyen bu ülkenin çocukları. Farkında mısınız, bu çocuklar, son zamanlarda taşıyamayacağı yüklerin altına itiliyor. His dünyalarına yönelik öyle propagandalar yapılıyor ki, etkilenmemek mümkün değil. Küçüklüklerini babalarından daha iyi olma telkiniyle geçiren bu çocuklar, içinde bulunduğumuz dönemde ‘keskin kelimeler’le sivriliyor. Toplantı salonlarına, tartışma platformlarına, aydınlanma panellerine, sivil toplum mitinglerine, parti kongrelerine bakar mısınız… İnsanlar birbirlerini hangi kelimelerle suçluyor? Vatan, millet, din, iman, ulus gibi birleştirici anlamları olan değerlerden sonra hangi kelimeler kullanılıyor? “Satılıyor, bölünüyor, gidiyor, hainler, alçaklar, düşmanlar, satılmışlar, misyonerler, geçit vermeyiz, yemin ederiz, kanımızın son damlasına kadar, Çanakkale savaşı gibi, hiç bu kadar kötü olmamıştı... vb.” ifadeleri duymayan kaldı mı? En son hangi mitingde söylendi bu ifadeler?
Konuşma mekânlarımızın dili çok sert. Herkes kendini kurtarıcı olarak görüyor. Torunlarıyla oturup hayatının keyfini sürmesi gereken adamlar, ellerine silah alıp bayrak üstüne yemin ettiriyor. Ölme ve öldürmenin kurtuluş için gerekliliğini anlatıyorlar.
Görüşlerini ‘ver coşkuyu al sonucu’ yöntemiyle savunanlarla konuşmak mümkün değil. Karşı tarafı görünce sinirden dişleri kilitleniyor.
Ezberletilmiş sloganların ötesine geçemiyorlar. Haliyle kısa cümlelerden oluşan sözleri çabuk bitiyor. Sözün bittiği yerde elbette şiddet devreye giriyor.
***
“Öyle büyük boş laflar vardır ki içinde bir millet esirdir.”
— S. Lec
***
İslâm’a bu düşmanlık niye?
Kitap Ehli ile müslümanlar arasındaki ilişkinin kökleri, ta Hazreti İbrahim’e kadar gidiyor. Üç dinin (yahudilik, hristiyanlık, islâmiyet) ortak özelliği, üçünün de “ibrahimî dinler” olması. Gel-gelelim, ilk ikisi ile üçüncüsü arasında ciddi bir ayrım yapılıyor. Daha doğrusu ilk ikisi, üçüncü kardeşi kendilerinden çok uzakta görüyor ve uzakta tutuyorlar.
Burada gerçekten ilginç bir psikoloji işliyor. Şöyle ki, normal şartlar altında Yahudilik ve Hristiyanlığın, İslâmiyeti (ve onun peygamberini) kabul etmeleri gerekir. Çünkü eğer İslâmiyeti benimsemek istemiyorlarsa, “Biz İslâmiyeti tanıyoruz, ama kendi dinimizden vazgeçmiyoruz” diyebilirlerdi. Bu, onların kendilerine (ve dinlerine) güvenlerinin bir ifadesi de olurdu. Fakat böyle bir normal tepki yerine, hem Yahudilik hem de Hristiyanlık, hummalı bir gayretle, İslâmiyetin (ve onun peygamberinin) meşru olmadığını haykırıyor, onun hakkında akla hayale gelmez iftiralar atıyorlar. Hazret-i Muhammed’in (asm) aslında bir kilise mensubu olduğu, ama kiliseden çıkarak sapkın bir mezhep meydana getirdiğine kadar envai çeşit iftiralar.
Yahudiler Hz. İsa’yı, Hristiyanlar Hz. Musa’yı kabul ederken, İslâm’a ve Hz. Muhammed’e yönelik bu aşırı tutumun kaynağı ne? Neden savunma duvarlarını kendilerinden bu kadar uzakta örüyorlar?
Psikolojik açıdan bunun iki sebebi olabilir: Ya İslâm’dan çok korkuyorlar ya da ondan nefret ediyorlar. Yahudi ve Hristiyanlık açısından baktığımızda bunun her ikisinin de geçerli olduğunu görüyoruz. Bugünlerde Avrupa kıtasında yeniden canlanan ‘İslamofobi’ kavramı, İslâm’dan korkulduğunu ifade ediyor. Avrupalılar aynı zamanda İslâm’dan nefret ettiklerini de her fırsatta belli ediyorlar.
Bu iki duygu, doğal olarak, Avrupalıların İslâm’ı sürekli kendilerinden ötede konumlandırmalarını sonuç veriyor. İslâm hakkındaki geçmiş çarpıtmaların tedavülde bulunuyor oluşu, bu kısır daireyi tamamlıyor.
Bu daireyi oluşturan zincirler ancak şu şekilde devre dışı kalabilir: Ya Ehl-i Kitap kendi dinlerinden memnun olmayıp arayışa girecek ya da Müslümanların reddi kabul olmayan faziletli davranışlarına tanık olunacak.
Bugün birincisinin mevcut olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Peki ya, ikincisi?