“Onlar zekât için çalışırlar.”
(Mü’minûn Sûresi, 23:4)
Cennetin en üst mertebesi olan Firdevs Cennetiyle müjdelenen mü’minlerin özelliklerinden biri, bu âyette, özel bir vurgu ile anlatılıyor: Zekât vermek, yahut zekât için çalışmak.
Bu âyetin, henüz bildiğimiz anlamdaki zekât farz kılınmadan önce, Mekke döneminde inmiş olması da Kur’ân’ın bu konuya verdiği önemi yansıtıyor.
Genel anlamıyla “zekât” sözcüğü, arınma ifade eder. İnkârdan, Allah’a ortak koşmaktan, kötülükten, cimrilikten, her türlü bâtıl şeylerden ve kötü huylardan arınma, bu sözcüğün kapsamı içindedir. Bu açıdan bakıldığında, mü’minler, “sürekli şekilde kötülüklerden arınmaya çalışan, bir gönül temizliği içinde bulunmaya özen gösteren kimseler” olarak tanımlanmış olur.
Zekâtın özel anlamı ise, Allah tarafından lütfedilen nimetlerden bir kısmını başka insanlara bağışlamak demektir ki, bu da bir arınmadır. Kul, böylece, Rabbinin bağışladığı nimetlerin içinden, üzerinde bir emanet olarak bulunan kısmını Allah’ın gösterdiği yerlere ulaştırmak suretiyle, o nimetlerden tertemiz ve helâl bir şekilde yararlanmaya hak kazanmış olur.
“Malın kırkta birini vermek” şeklindeki genel bir tanım altında bilinen, zekâtın farz olan kısmıdır ki, bu Medine döneminde hükme bağlanmış ve nasıl yerine getirileceği Peygamber Efendimiz tarafından gösterilmiş bir yükümlülüktür. Ancak bu asgarî bir yükümlülüktür; mü’minler bu çizginin altına düşmemek zorundadırlar. Çizginin yukarısı ise alabildiğine serbest bırakılmış, teşvik edilmiş bir hayır, bir arınma ve gelişme alanıdır.
İşte, bu âyet, daha Mekke döneminde iken, mü’minlere, temel hayat ilkelerinden biri olarak zekâtı öğretiyor; hattâ, onu bir hayat amacı olarak gösteriyor:
“Onlar zekât için çalışırlar.”
Daha sonra Medine döneminde inecek olan Bakara Sûresinin başındaki mü’min tanımında geçen “Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden bağışta bulunurlar” ifadesiyle bir arada incelediğimiz zaman, bu özelliğin şu şekilde açıklanmış bulunduğunu görürüz:
“Onlar, Rablerinin kendilerine bağışladığı her türlü rızıktan bağışta bulunmak için çalışırlar.”
Artık bu rızık, mal veya para olabileceği gibi, sağlık, gençlik, ilim gibi maddî veya manevî herhangi bir nimet olabilir. Firdevs Cennetine aday olan bir mü’minin âdeti, bütün bunlardan bağışta bulunmak şeklindedir.
…
Âyet, özel vurgusuyla, bize iki şeyi hedef olarak gösteriyor.
Birincisi: Zekât için çalışın. Zekât alan değil, veren el olun. Kimseye muhtaç olmayacak, muhtaç olanları da gözetecek bir duruma gelmek için çaba harcayın.
İkincisi: Bu dünyadaki çalışmanızın amacı yığmak, biriktirmek, istiflemek, nefsiniz için toplayıp tüketmek olmasın. Siz almak için değil, vermek için çalışın. Allah size nasıl lütufta bulunduysa, siz de insanlara öylece iyilik yapın.
İşte bu pek yüce bir idealdir, bir büyük hayat amacıdır. İslâm’ın insanı nasıl arındırdığını ve nasıl yücelttiğini görmek için bu kısacık âyete bakmak yeter. Daha Mekke döneminin şartlarında, kendileri yardımın her türlüsüne şiddetle muhtaç durumda olan ve dünyaya karşı var olma mücadelesi veren insanlara “Vermek için çalışın” diye hedef gösterilmiş olduğunu dikkate almak, bu dinin özünü ve ruhunu kavramak açısından son derece önemlidir.
…
Bir de bugünlere gelelim:
Vermeyi değil, almayı bir amaç olarak benimsemiş olan bugünün uygarlığında insanlığın ne hale geldiği ortadadır. Zenginleri yoksulların hizmetine koşturan İslâm terbiyesine karşılık, bugünün maddeci dünyasında yoksulların zenginleri besleyip durduğunu görmüyor muyuz? Bunun sonucunda zengin daha zenginleşirken yoksul iyice yoksullaşmakta, tarihin en ileri refah imkânları ile en büyük sefaletleri bir arada yaşanmaktadır. Böyle bir dünyada, bu âyetin gösterdiği ideale insanlığın ihtiyacı her zamankinden daha büyüktür.
Gerçi bu uygarlığın terbiyesi altında formatlanmış ruhlara böyle bir ideali anlatmak pek güçtür.
Almaktan ve yutmaktan başka bir hayat ilkesi tanımayanlar, vermek için çalışmayı bir “enayilik” olarak görebilirler.
Fakat almak için çalışanlar, doymadan ayrılırlar bu dünyadan. Ayrılırken de, aldıklarını arkada bırakıp giderler.
Vermek için çalışanlar ise buradan Firdevs Cennetlerine uçarlar:
Verdiklerini orada daha güzel bir şekilde bulmak için—üstelik, bu dünyada da doyuma ulaşmış, huzuru tatmış, hayatın asıl hazzını yakalamış olarak.
Çünkü onlar, insan olmanın da, yaşamanın da ne anlama geldiğini, Rablerinin lütfuyla çözebilmiş olan kimselerdir.