TR EN

Dil Seçin

Ara

Satır Arkası

Bir Eğitim Efsanesi: “Mecburi eğitim 10 yıla çıksın!”

Meşhur “şehir efsaneleri”nden sonra şimdi de “eğitim efsaneleri” kapladı ortalığı. Bazı siyasî parti liderleri, eğitimden anlamadıklarını ortaya koyarcasına, mecburi eğitimi on yıla, on iki yıla çıkarmaktan bahsediyorlar. Yakında ömür boyu mecburi eğitimi savunan liderler de çıkarsa, şaşmamalı. Bu düz mantıkla onu da vaat edenler çıkar.

Bizim, eğitimden anlamayan bu liderlere sözümüz şu: Siz eğitimin süresinden önce bu eğitimin kalitesini nasıl artıracağınızı söyleyin, ondan sonra bu okullara devam etmek isteyen öğrenci ve velileri, siz mecburi tutmasanız da, kayıt yaptırmak için kapıda kuyruk olur zaten.

Nasıl olsa mecburi değil diye, eğitimi ve okulları çocuklarımız için cazip ve çekici yerler yapmaya çalışmadan, herhangi bir meslekî yetenek kazandırmadan, hayatın temel gerçeklerini öğretmeden bir genci ta on yedi yaşına kadar dört duvar arasında tutmayı hangi mantıkla insanların size oy atması için vaat olarak meydanlarda haykırıyorsunuz? Anlamak mümkün değil doğrusu.

Bu konuda bir diğer cehalet de, mecburi eğitimin üst yaşının, gelişimsel psikolojinin verileri göz önüne alınarak, ancak 14-15 yaşına kadar olabileceğinin bilinmemesi. Çünkü bu yaşa gelen genç, yetişkinliğin eşiğine gelmiş demektir. Bu yaştan sonra bu gence onun izni ve talebi olmadan mecburi eğitim vermek şart koşulamaz. Matah bir şeymiş gibi meydanlarda eğitimi 10-12 yıla çıkaracağız diye haykıranlar, bu gerçeğin farkında mı acaba?

 

***

 

Bize “ILIMLI LAİKLİK” lazım!

Nedense ‘radikal’ kelimesi denince, hemen akla İslâm geliyor. İslâm gibi en değerli bir sözcüğün ardına önüne yakışıksız sıfatlar getirerek onu olduğu yerden düşürme, maalesef, beyin formatlama ustası medyanın incelikli işçiliğinin bir sonucu belli bir başarıya ulaştı.

Oysa son dönemde radikal sıfatını en çok hak edenler, kendilerine laik diyenler. Radikal laikler, bir devlet tutumu olması gereken laikliği (devletin her kesime eşit mesafede olmasını), radikal bir yorumla, dindar insanların devlet kademelerinden uzaklaştırılması olarak yorumluyorlar. Bununla da yetinmeyip, halkın dinî anlayış ve inanışını biçimlendirmeye çalışıyorlar.

Bu vahim durumun farkına varanlardan biri de, düşüncelerini cesaretle dillendiren Mustafa Akyol.  “Türkiye’nin İhtiyacı Ilımlı Laiklik” başlığıyla çıkan yazısında Akyol, bakın neler diyor:

“Türkiye’de laiklik gereği dinin sadece vicdanlarda olabileceğine dair bir klişe var. Oysa gerçekte başta İslâm olmak üzere her büyük din, kaynağı vicdanlarda yer alan, ama oradan çıkıp toplumsal hayata yansıyan değerler ve kurallar öğretir. Bu da son derece normaldir. Asıl sorulması gereken soru şu: Türkiye’de devletin vicdanlar dışında her şeye tahakküm etmesi gerektiğini zannedenler, bu zannı neye dayandırıyorlar?

Merak etmeyin, Türkiye’de bir ılımlı İslâm devleti kurulmayacak. Ama vatandaşlarının inançlarıyla barışık bir ılımlı laikliğe fazlasıyla ihtiyaç var. Bitmek bilmeyen laiklik gerilimleri ancak o şekilde aşılabilir.”

 

***

 

İslâm’a hakaret gibi ödül!

Hint asıllı İngiliz yazar Salman Rüşdi’nin İngiltere’nin resmî yetkilileri tarafından “şövalye” nişanı ile ödüllendirilmesinin yol açtığı reaksiyonlar, uluslar arası gündemde yerini koruyarak devam ediyor. Yayınlarındaki “İslâm karşıtlığı” ile bilinen bu yazarı, Tony Blair hükümetinin giderayak mükafatlandırması İslâm dünyasında sert protestolara yol açtı.

Endonezya’dan Pakistan’a, İran’a ve İngiltere’nin kendi vatandaşı Müslüman topluluklarına kadar pek çok resmî ve gönüllü kuruluş Salman Rüşdi’ye verilen “asalet unvanı”nı Müslümanlara karşı bir “hiçe sayma”, saygı dışı hareket olarak yorumladı. Türk kamuoyunda da bu yersiz ödüllendirme, haklı olarak şaşkınlık, üzüntü ve acı bir burukluk hissi oluşturmuştur.

İngiltere Lordlar Kamarası üyesi Lord Ahmet’in bu konudaki görüşü, üzerinde düşünmeye değer nitelikte: “Rüşdi’ye asalet unvanı verilmesine derin bir tepki duyuyorum. Çünkü bu unvana Hindistan’da doğmuş, İngiltere’de sorunlara neden olmuş ve şu anda Amerika’da yaşayan Rüşdi’den çok daha fazla layık olan harika yazarlarımız var. Rüşdi’nin bu ülkede yaptığı tek şey İngiliz vergi mükelleflerine muazzam miktarda paraya mal olması, toplulukları birbirine düşürmesi ve Müslümanlara yönelik nefreti körüklemek olmuştur. Bu yüzden de kendisine verilen şövalyelik unvanını hiçbir şekilde hak etmemiştir.”

 

***

 

“Edepsiz, yalnız kendine fenalık etmedi. Ateşini bütün cihana yaydı.”

— Hz. Mevlânâ

 

***

 

Seversen, uzak yakındır!

“Eğer insan bir çiçeği seviyorsa ve milyonlarca yıldızın üzerinde bu çiçekten yalnızca bir tanecik varsa, yıldızlara uzaktan bakmak bile bu insanı mutlu etmeye yeter. Çünkü insan kendi kendine ‘işte benim çiçeğim oralarda bir yerde’ diyebilir.”

— Saint Expery, Küçük Prens’ten

 

***

 

Yaz tuzakları

Yazın ortasındayız. Havalar Afrika sıcağıyla bunaltıyor. İçimizde bir ses genel akışa uyup “Tatil isterim, tatil isterim!” diye tutturuyor belki. Ama ruhumuzun sesi, “dinlenmek için gittiğim tatilden niçin daha yorgun dönüyorum?” sorusu eşliğinde yerleşik tatil anlayışını sorgulamak istiyor.

Sedat Turan’ın ifade ettiği gibi, “Günümüzde tatil bedenî bir rahatlama ve nefsî arzuların tatmini dışında bir anlam taşımıyor. Planlanmış oyun tuttu: Yaz denilince tatil, tatil denilince eğlence, eğlence denilince israf, çılgınlık, tüketim ve tembellik geliyor aklımıza. Bir şartlanma söz konusu. Eğer belirlenmiş zaman dilimi içerisinde, tatil adı altında bir şeyler yapmamış, zihnimizdeki tatil kavramına uygun bir hareket çizgisi izlememişsek dinlenmiş saymıyoruz kendimizi ve bunun hayatımızdaki büyük bir eksiklik olduğu inancına kapılıyoruz.

Oysa hayat tamamiyle bir faaliyettir ve ‘O halde boşaldığın vakit yeniden yorul’ âyeti, hayatın bu faal özelliğine işaret etmesi yanında, bir işten yorulduğumuzda nasıl dinleneceğimizi ihtar etmektedir: Yeni bir işe başlayarak!”

 

***

 

“Muhakkak ki bugün bizler hesabı olmayan bir amel günü içindeyiz. Yarın ise, ameli olmayan bir hesap günü içinde olacağız.”

— Hz. Peygamber (asm)

 

***

 

Yoga mı, Namaz mı?

Sağlıklı yaşama adına sıklıkla önerilen yöntemlerden biri oldu yoga. Oysa yoga bizim dinimize ve kültürümüze yabancı bir egzersizdir. Üstelik masum da değildir, birçok yerde bir dinin misyonerlik aracı olarak kullanılıyor. Buna karşı Müslümanların namazları var. Namaz dururken, yoganın lafı mı olur?

Yeni Şafak’taki köşesinde Hayrettin Karaman hocamız da bu konuyu ele almış. Yoga ile namazı kıyas eden Karaman Hoca, şunları söylüyor:

“Yoga yapan zihnini boşaltıyor, tabii eğer bunda muvaffak olabilirse. Yoga sonrasında hayata girince, olayların ve eşyanın izdihamı içinde bunalan insan ruhuna bir şey sunmuyor, bir rehberlik misyonu yok.

Oysa Müslümanların namazı var. Namaza duran bir Müslüman, ellerini kaldırdığında, Allah’tan başka her ne varsa onları arkaya atıyor, zihnini ve kalbini onlardan boşaltıyor. Ayrıca gaflete düştüğü için farkında olamadığı ‘Her yerde hazır ve nazır olan Allah’ ile beraber oluyor, gaflet gidiyor, zikir şuuru gelişiyor. Yogada boşalma var, boşluk var; ama insan için güç, güven, huzur ve sevgi kaynağı olan Allah yok. Namazın maddi hareketleri de hem yogadan daha anlamlı hem daha zengindir.

Bizim imanımızda ve kültürümüzde namaz gibi bir imkân var iken, onun yerini tutması mümkün olmayan yogayı—üstelik Müslümanlara—niçin tavsiye edelim?”

 

***

 

Cenaze ve Slogan

Dinimizce kutsal kabul edilen şehitlik üzerine siyaset yapılmaya başlayalı, camilerde doğru dürüst cenaze namazı da kılınamaz hale geldi. Sıradan camii cemaatinin anlam veremediği bir taşkınlık, siyasi miting havası veren gösteri ve mizansenler, camii avlusunun ayrılmaz parçası oldu. Senai Demirci’nin bu konudaki tespitleri gerçekten çok çarpıcı:

“Cenaze nesne değildir. Öznedir cenaze; sana konuşur, seni nesne eyler. Sessiz bir dildir. Sözsüz bir çağıltıdır musallâdan gelip geçenler. Ölümü unutmuş, varlığın farkına varamamışlar için ayağa kalkmış bir nutuktur. Hızla akıp, hazla sığlaşan hayatın teninde bin kılıç yarasıdır; kanatır, acıtır… son sözünü söyleyen ‘adam’dır aramızda, son ve en gerçek sözü söyleyen beliğ bir hatiptir. Hayatı pahasına konuşan eşsiz bir kahramandır o. O konuştuğu için susmalısın, sesini iptal etmelisin. Hem de sadece dilini damağını çekmekle kalmamalısın riya bulaşığı sözlerden, kalbini de yumalısın kirli hayallerden, hırslarının diline de kelepçe vurmalısın.

Sus orada. Sus ve ömrünü gül yaprağı gibi bardağın suyunu bile taşırmayan incecik bir söze dönüştürmüş olanı dinle. Dur orada. Dur ve dilini aklından sürgün eden sloganları unut ve bir daha söyleme. Bekle. Bekle ve sesini kalbine dokundurmayan taraftarlıkları yık ve bir daha ayağa kaldırma.”

 

***

 

Yazı dediğin, örümcek ağı gibi olmalı!

“Gerektiği gibi yazılmış metin, örümcek ağına benzer: Gergin, eşmerkezli, saydam, sıkı örgülü. Uçuşan her şeyi kendine çeker. Arasından geçmeye çalışırken ağa yapışıp kalan metaforlar, onu besleyen avlardır. Konu ve malzeme kendiliğinden ona doğru kanat çırpıyordur. Bir tasarımın gücü ve doğruluğu, bir alıntının başka bir alıntıyı davet etmesini sağlayıp sağlamadığıyla ölçülebilir.”

— Theodor W. Adorno, Minima Moralia