TR EN

Dil Seçin

Ara

Bir Hristiyan’ın İslâm’a Tanıklığı

Saint Amand-les-Eaux’daki dinler arası görüşmelere 1995’ten beri katıldığım için, İslâm hakkındaki derme çatma bilgilerimi derinleştirmeme imkân veren bazı Müslümanlarla tanışma fırsatı buldum. Bu konuda ilk yaklaşımımı 1993 yılında Haumont Manevi Merkezi’nde, ardından da insan haklarına saygı için, özellikle de Bosna’daki etnik temizlik sırasında, mücadele veren derneklerin üyeleri arasında edindiğim dostluklarla gerçekleştirmiştim.

Valenciennes-Saint-Amand Protestan Kilisesi mensubu bir Hristiyan olarak, baştan söyleyeyim ki, benim bu yazıda ileri sürdüğüm görüşler sadece ve sadece beni bağlar. O yüzden bazı Hristiyan okurlarımı şok edici ifadelerim olursa, kendilerinden peşinen özür diler ve maksadımın böyle bir şey olmadığına inanmalarını isterim. Diğer taraftan İslâm konusundaki yetersiz malumatım yüzünden bu din hakkında da saçmalıklara varan değerlendirmelerim olursa, bunların bana hemen bildirilmesinin beni minnettar bırakacağını belirtmeliyim.

Aşağıdaki tanıklığımda ben yaşadığım çok sayıdaki temas ve görüş alışverişinin bana kazandırdığı fikir zenginliğinden bahsedecek ve İslâm hakkında takındığım dinî tavrı kısaca ifade ederek sözlerimi bitireceğim.

Denise Masson’un Fransızca Kur’an tercümesinden yaptığım ilk okumalar bende puslu bir sanat ve tekrarlar izlenimi bıraktı, ayrıca Kitabı Mukaddes okurken alışık olduğum olayların anlatılış ve akış zincirinin Kur’an’da neredeyse hiç görülmemesi gibi bir üslûpla karşı karşıya getirdi.

Derken Haumont merkezindeki eğitim ve Jacques Berque tarafından yapılmış Kur’an çevirisindeki yorumları okumam sayesinde, esrarını belli belirsiz kavradığım bir metin yapısını fark ettim.

O andan itibaren de Kur’an’ı destan ve kahramanlık şiirleri kategorisine yerleştirdim. Zaten böyle bir düşünceyi bana önceden de ilham eden, Pazar günleri France 2 televizyon kanalında İslâm’la ilgili eski yayınlar ve bilhassa da yayının girişinde beni büyüleyen o Kur’an kıraati olmuştu.

Maurice Béjart’ın Müslüman olması benim merakımı kamçılıyordu, tâ ki dans adımları, koreografi ve hat sanatının çarpıcılığı arasındaki yakınlığı görünceye kadar. O zaman bunda Kur’an’ın makamla okunuşu ile uyumlu bir plastik sanat birlikteliği keşfettim.

Böylece Kur’an’la temasım beni, terimin estetik manasıyla güzelliği, Allah’ın bir ismi olarak görmeye kadar aldı götürdü. O yüzden de zaman zaman Müslüman dostlarıma kendi dinlerinin güzel olduğunu söyleme ihtiyacı duydum.

Namazın ibadet boyutunu kavrayamadığımız için, toplum içinde birlikte yaşamakla ilgili davranış bilgileri veya görgü kuralları konusunda yaptığımız tartışmalar, bizleri ister istemez nezaketten ve karşılıklı görüşmelerde kibarlıktan söz açılmasına sevk etti. Bizleri hayvanlık durumundan ayıran işte bu medenî tavırlar, hâl ve hareketler önemli bir zat ile ilişkilerde çok daha önem arzederler. Nitekim böyle bir durumda kılık kıyafetimize bir çeki düzen veririz, kendisini bekletmeyiz, nazik ve saygılı oluruz. Peki, ya randevumuz bütün âlemlerin Rabbi ile ise, ya buluşup görüşeceğimiz önemli kişi O ise!

İşte ben namaz yoluyla Pazarları kiliseye gitmek için giyinme ve ibadete veya âyine zamanında gitme âdetini yeniden keşfettim. Demek ki namaz, Yaradan’a karşı bir saygı eylemidir.

Hem zaten O’nunla olan ilişkilerimizde bizlerden ne isek o olmamız istenmektedir, çünkü bizleri ruh kökümüze kadar yakinen bilip tanıyan O’nun nazarında hiçbir yerde olmadığı kadar çırılçıplak değil miyiz? Bu durumda, alkol başta olmak üzere zihnimizi etkileyen ilaç veya içecekler, gerçek olmayan bir zihnî hâl meydana getirirler, işte onun için Kur’an’da sarhoş sözlerinden dem vurulmuyor mu? O yüzden olacak, benim sık sık görüştüğüm Müslüman dostlarım, bana sürekli olarak Allah’ın gözetim ve denetimi altında yaşadıkları izlenimini veriyorlar. Bu da alkol kullanımının yasaklanmasının dinî izahını apaçık gözler önüne sermeye yeter de artar bile.

Fransız tipi laikçi akım, dinî söylemi özel alanda ve ev alanında tutma ve onun kamuya yönelik her türlü dışavurumunu reddetme kastını taşımıştır. İşte bunun bir sonucu olarak Hristiyanlar komplekse düşürüldüler ve onlar imanlarını tartışmalarda ve çeşitli dünya işleriyle ilgili görüşmelerde gösterilip sergilenmemesi gereken utanç verici bir hastalıkmış gibi taşır oldular. Örtüp gizleme denilen bu ölgün hâl; saklamamak, aksine imanına tanıklık etmek üzere Vahiy armağanına kavuşmuş insan demek olan her iman sahibinin asıl görev ve mecburiyetini hasıraltı ediyordu.

Buna karşılık Müslümanlar Batı ülkelerine, özellikle de Fransa’ya geldiklerinde dinî kanaatlerini hiç de gizlemediler, tam aksine bulundukları yerleşim birimlerinde ibadetlerini yapabilmek için bir kamu mekânından yararlanmak talebinde bulundular. Böylece laiklikle ilgili Fransız kanunlarının geleneğe dayalı liberal bir yorumunun yapılmasını dayatarak kilidi kırdılar. Derken çok sayıda Hristiyana da kendi imanlarına tanıklık görevlerini hatırlatarak onları uyandırmış oldular.

Benim aldığım en büyük hediyelerden biri, inançlarımıza saygı konusunda elbette Müslümanlardan gördüğüm dostluktur. Onlar olmasaydı İslâm’a böylesine dolu dolu bir yaklaşımı kesinlikle gerçekleştiremezdim. Biliyorum ki bu dostluklar bizim kimliklerimizin de çok ötelerine uzanıyor ve adlarından biri de Barış (Selâm) olan Allah’ımızın tezahürü olarak yansıyorlar.

 

Sonuç

Müntesibi olduğum Hristiyan dini ile alâkalı teolojik meselelere girmedim. Mesela Hristiyanlığın teslis dogması gibi… Bu husustaki sıkıntıdan dolayı değil, sadece başka bir konu olduğu için girmedim. Fakat İslâm dinini Vahyin eksik bir şekli olarak gören ve İlâhî Hakikat’in gerçeğine sadece Katolik Kilisesi’nin sahip olduğunu ileri süren Papalık’la aynı kanaatte olmadığımı ifade edebilirim.

Aynı şekilde, 18. yüzyıl Aydınlanmasını tamamlayan bir Fransa ve Avrupa İslâm’ının doğuşu hakkında, fanatik kudurganlık trajedisine bağlı bu doğuş hakkında da görüşümü açıklamadım. Sadece Kur’anî Vahyin, bu Tevhid destanının benim gibi bir Hristiyan için ne derece önemli bir Hatırlatma/Zikir ve bir zenginleşme pınarı olduğunu göstermeye çalıştım.

Ben bu tanıklığımı, verdikleriyle ifadesiyle lütuf ve ihsanının özellikle söz konusu edildiğini gördüğüm, Kur’an’ın beşinci suresinin 48. âyetinden alınma bir iki cümleyle tamamlamak istiyorum:

“Eğer Allah dileseydi, hepinizi tek bir ümmet yapardı. Fakat verdikleriyle sizi denemek istiyor. Öyleyse hayırlarda yarışın. Dönüşünüz Allah’adır. O, anlaşamadığınız hususları size bildirecektir.”

Tanıdığım tanımadığım hanım ve erkek okuyucularım, Allah gündelik çabalarınızda sizlerin yardımcısı olsun.

— Pierre Lavoisy (Çev: Cemal Aydın)