TR EN

Dil Seçin

Ara

Satır Arkası

Secret’in Sırrı

Secret, bir kitap. Bu aralar ortalığı kasıp kavuruyor. Onu okuyan popüler tipler, kitabın kendileri üzerinde çok olumlu etki yaptığını söyleyip duruyorlar. Peki kitabın ana fikri ne: “Seninmiş gibi iste, senin olur!”

Maddeci bir dünyada kişisel gelişimin geleceği en son nokta herhalde bu. İnsanların çoğunun, eskilerin tama dediği mal düşkünlüğüne düçar olduğu çağımızda, istenen şeyler de nedense hep mal mülk: “Şu karşında gördüğün kırmızı spor arabayı seninmiş gibi iste, hatta senin olduğunu düşün, bak o zaman nasıl senin oluyor!” Kitabın ana fikri bu.

Peki nereden çıktı bu çarpık felsefe? Size küçük bir sır: Bu tip dinsiz maneviyatların menbaı hemen hemen daima Hindistan’dır. Hindistan’da açlıkla, riyazetle insanın ruhî kuvvelerini ideal kullanımının dışında istimal etmeye dönük derin bir tecrübe söz konusu. Bu felsefe de, insan ruhundaki “vehim” kuvvetini riyazetle cilalama üzerine kurulu. Altı ay gözünü açmadan duran ya da toprak altında yaşayan Hindistan cugileri, vehim kuvvetlerini bir noktaya odaklayarak, belli ölçüde onun dış dünyada gerçeğe dönüşmesine muktedir olabiliyorlar. Secret kitabına gelince, bu çarpık felsefenin popülerleştirilmiş versiyonundan başka bir şey değil.

“Bu tip kitaplar neden bu kadar çok tutuyor?” sorusu da merak edilen konulardan. Aslında çok basit: Batı insanı, maddî bir medeniyet kurduğu için ruhun derin kuvvetlerinden pek haberdar değil. Sadece şehvet ve öfke sarkacında dönüp duran bir hayat ise, bir süre sonra sıkıcı bir hâl alıyor. “Elde edip seviyorum, öfkelenip öldürüyorum.” tarzı iki kutup arasında salınan bir hayat hangi insanı mutlu eder ki? Zira, ruhta şehvet ve öfkenin dışında, hayal, vehim, fikir, sır gibi daha pek çok kuvvet var. Bunlar atıl kalınca, insanın yükselme ve yayılma istidadında olan ruhu, madde zindanında çakılı kalıyor. İşte bu sıkılmış ruha Hindistan menşeli dinsiz maneviyat öğretileri biraz nefes aldırıyor; hepsi bu! Yoksa ikisi de dünyaya dönük şeyler.

Ahiret ve ebedî âlem ise, çok daha başka. Onun eşiğine, insana verilen maddî ve manevî kuvvetlerin önce Vahid olan Allah’ın iradesine teslim edilmesiyle varılıyor. Asıl sırlar, asıl zevkler de o eşiğin ardında.

 

***

 

Hürriyet’in 70 milyonluk ailesi!

Hürriyet gazetesinin reklâmı yaklaşık bir aydır televizyon kanallarında dönüyor. Reklâm bir aile ortamında geçiyor. Küçük erkek kardeş, koyu bir taraftar. Evin genç kızı, idealist bir solcu. Sürekli kitap okuyor. Evin büyük oğlu ise, eskiden solcu fikirlere sahip olduğu halde borsacı olduktan sonra idealistliği bırakıp gerçekçi (ve çıkarcı) birisi olmuş. Reklâmda kardeşler birbirleriyle geçinemiyor. Özellikle kız kardeş, borsacı abisini kıyasıya eleştiriyor. Borsacı ise kafayı futbola takıp para kazanmayan küçük kardeşini iğneliyor. Derken, tartışma anne babanın araya girip çocukları sofraya davet etmesiyle bitiyor. Reklâmın mesaj cümlesi ise şu: “Farklı fikirlere sahip olsak da, atışsak da, tartışsak da hepimiz aynı sofrada karnını doyuran 70 milyonluk bir aileyiz.”

Bu cümlenin düzeltilmesine ihtiyaç var: “Hürriyet’in 70 milyonluk ailesi” desek daha doğru olur. Çünkü bu ailenin içinde hiç dindar biri yok. %99’u Müslüman olan bir ülkede böyle bir Türkiye tasavvuruna sahip olabilmek hakikaten ya körlükle ya da sinsilikle açıklanabilir. Ayrıca bu yetmiş milyonun içinde Anadolu’dan biri, bir çiftçi, bir Güneydoğulu ya da bir Karadenizli de yok. Türkiye’yi Türkiye yapan pek çok renk, Hürriyet’in reklâmında nedense kendisine yer bulamıyor.

Şimdi “Ne alâkası var?” diyeceksiniz belki ama son seçimlerden sonra onca miting, onca propagandaya rağmen oylarının %20’de kaldığını gören kesimin hayreti ile Hürriyet’in bu dar Türkiye tasavvuru arasında mutlak bir örtüşme de söz konusu. Türkiye’yi sadece o reklâmdaki tiplerle sınırlı sandığınız vakit, “Bu %47 oy da nereden çıktı?” diye şaşırmanız gayet doğal. Bazı ünlü köşe yazarlarının “Biz galiba Mars’ta yaşıyormuşuz.” özeleştirileri sanırım herkesin hafızasında. Şu günlerde, bir sonraki seçimde nasıl başarılı olabilecekleri üzerine konuşuyorlar. Ne dersiniz, öncelikle bu dar Türkiye algılarını değiştirmekle işe başlamaları gerekmiyor mu?

 

***

 

“Görmeyi isteyenler için yeterince ışık, istemeyenler için yeterince karanlık vardır.”

— Pascal

 

***

 

“Bu çocukta fidyeci kafası var”

Reklâmların da, insan hakları gibi yedi gün yirmi dört saat gözlem konusu yapılmasının vakti çoktan geldi. Belki çok farkında değiliz ama reklâmlar fonlarında yer alan zararlı felsefelerle beyinlerimizi kodluyor; özellikle de çocuklarımızın.

Malum, yaz mevsimindeyiz. Dondurma reklâmları da reklâm pastasında önemli bir pay alıyor. Fakat içlerinde öyle bir tanesi var ki, resmen çocuklara fidyeciliği masum bir hareketmiş gibi öğretiyor. Dondurma şirketinin maskotunu kaçıran bir çocuk, arkadaşlarıyla beraber, şirketin patronunu arıyor ve ona şantaj yapıyor. Çaresiz kalan patron, dondurma çubuklarına “bedava dondurma” yazısı koymayı kabul etmek zorunda kalıyor. Bu ahlâksızlığı yapan çocuğa reklâmda yakıştırılan sıfat ise “Bu çocukta tüccar kafası var!” Evet, yanlış duymadınız, tüccar kafası!

Tüccar kafalı olmak ne zamandan beri fidyecilik gibi bir suçu içerir oldu? Üstelik adi bir suç değil, profesyonel bir suçtur fidyecilik. Kazayla ya da duygulara yenilerek işlenmez bu suç. Önce niyet edilir, sonra ince ince planlanır, sonra katil soğukkanlılığıyla işlenir.

“Efendim, bu bir reklâm. Amma da büyütüyorsunuz!”

Bunun bir reklâm olduğunun biz de farkındayız. Fakat bu bir reklâm da olsa, zihninde henüz ahlâkî bir örgü şekillenmemiş olan çocuklarımıza bir suç işleme şablonu öğretiyor mu, öğretmiyor mu?

Eğer bu soruya cevabınız evet ise, öğrenilen bu şablonun ileriki yaşlarda gerçek bir fidyecinin ortaya çıkmasına zemin teşkil etmeyeceğini kim iddia edebilir?

 

***

 

Asteroid B-612

Büyüklere, “Küçük prens çok güzeldi, kahkaha atıyordu ve bir koyun istemişti. İşte bunlar onun var olduğunun kanıtıdır.” deseniz, omuzlarını silkecek ve size çocuk muamelesi yapacaklardır. Ama “Onun geldiği gezegen Asteroid B-612” deseniz, size inanacaklar ve sorular sormaya başlayacaklardır. Onlar böyle işte. Bu zayıflıklarından yararlanmak doğru olmaz. Çocukların yetişkinlere karşı daima anlayışlı olmaları gerekir. 

— Saint Exupery, Küçük Prens’ten

 

***

 

Netkolik sayısı artıyor

Son zamanlarda bilgisayarı ve interneti düşünmeden duramıyor musunuz? İnsanlarla iletişim kurmakta zorlanıyor musunuz? Sırtınız sürekli ağrıyor mu? Kilo almaya mı başladınız? İnternete girmediğiniz zaman kendinizi huzursuz mu hissediyorsunuz? Gittikçe dünyadan el etek mi çekiyorsunuz? Yemek yemeye giderek daha az mı zaman ayırmaya başladınız?

Eğer bu sorulara cevabınız “Evet” ise, bir internet bağımlısı olabileceğinize dair yeterince neden var. İnternet bağımlılarında yoksunluk belirtileri de diğer bağımlılıkları aratmıyor. Endişe, titreme, terleme, huzursuzluk ve paranoid belirtiler görülebilir.

İnternet bağımlılarının sörf yaparak, hisse senetleri takibi yaparak ya da sohbet ederek her gün saatler boyunca internette vakit harcadıklarını kaydeden uzmanlar, internete aşırı bağımlı olanların rahatlıkla bunalıma girebileceklerini ifade ediyorlar.

Tabii burada esas kriter internet başında geçirilen süreden daha çok, bu alışkanlığın sonuçları. Örneğin, internet nedeniyle evliliğiniz zora girmeye başladı mı? Bu yüzden işinizi kaybedecek duruma geldiniz mi? Dostlarınız tarafından dışlanmaya başladınız mı? Ve önemlisi, böyle durumlarla karşılaştığınız halde internet kullanmaya ara vermeden devam mı ediyorsunuz? İnternet kullanıcılarının bu sorulara içtenlikle cevap vermeleri şart.

Caught in the Net (İnternet’te Tutsak) kitabının yazarı Dr. Young’a göre, dünyada iki milyon genç gözleri bilgisayar ekranına kenetli, elleri farenin üzerinde sohbet ya da oyun odalarında tutsak. Özellikle bu istatistiği de dikkate alırsak, sadece büyüklerin değil yeni neslin de ciddi bir internet bağımlılığı tehdidiyle karşı karşıya olduğu anlaşılıyor. Bu tehditle başa çıkabilmek için her şeyden önce internet başında geçirilen saatlerin günlük 1-2 saatle sınırlandırılması ve hatta gerekmedikçe internete girilmemesi gerekiyor.

 

***

 

Medya ve maneviyat

Tuhaf olan şu ki, bir kişinin kendi maneviyatından konuşması kendisini çıplak hissetmesine eş olduğu ve korkutucu olduğu halde, şimdiye kadar topluluğa yaptığım bu tarz konuşmalarda bana hiç gülünmedi. Demek ki, insanların içinde böylesi bir seviyeye yükselme açlığı var.

Bir şey daha fark ettim ki, Washington gibi büyük şehirler dışında kalan yerlerde insanlarla maneviyatla ilgili konuları çok daha rahat konuşabiliyorsunuz. Manevî hakikatler medya, hükümet ve siyaset kulvarlarında pek de kabul görmüyor. Bu, aslında onların ülkenin daha gerisinde olduğunu gösteriyor.

— Naomi Wolfe, Kendi Manevî Yolum (My Spiritual Path) yazısında bu sade ama çarpıcı tespiti yapıyor.

 

***

 

“Çağların bilgeliğini ara; ama dünyaya bir çocuğun gözleriyle bak!”

— Ron Wild

 

***

 

Çocukluk neye yarar?

Ervard Klapared’in dediği gibi, insanların yetişkin bir halde doğmamalarını ve hayatın başlangıcında bir çocukluk devresinin bulunmasını çok doğal görüyoruz. Fakat düşünecek olsak, bunda hiç bir mantıkî mecburiyet olmadığına da hükmederiz. İnsanlar pekâlâ hayata olgun bir halde girebilirlerdi. Mesela, hasta bakıcılık sanatının öğrenilmesi için hiç şüphesiz üç veya altı ay çalışmak kafî iken, doktor olmak için liseden sonra en az altı sene meslekî bir tahsile ve daha birkaç sene de tecrübeye ihtiyaç vardır.

Aday olduğumuz sanat ve vazife ne kadar mükemmel ise onun çıraklık devresi de o kadar uzun olur. Mahlûkatın en mükemmeli olmaya aday olan insan yavrusunun da uzun bir çıraklık devresi geçirmeye mecburiyeti bundandır. Hatta kızların devrelerini daha önce tamamlamaları, bazı fikir erbabının görüşüne göre, fıtrî inkişaf derecesi itibariyle oğlan çocuklara nazaran biraz daha sınırlı kalmaya aday olmalarındandır.

Çocuk Ruhu’ndan, İbrahim Alaaddin Gövsa