Ramazan, İstanbul’un en derin insan sırlarını yüzeye çıkarır. Bu büyük şehir, kendisini ikiye bölen Boğaz’ın yüzeyinde sürekli akıntı, ama dipte ters akıntılarla çalkalanan tabiatıyla uyum içindedir. “Oruç Bana aittir.” kutsî hadisinde vurgulandığı gibi, oruç ibadeti özünde ferdî olduğu halde, bir yönüyle diğer ibadetlerden daha fazla topluma yansır. İstanbul’da Ramazan, herkesi Rabbiyle nasıl bir ilişki kuracağına karar vermeye zorlar. Geçici moda nedeniyle keçi sakalı bırakmış ve at kuyruğu şeklinde saçını uzatmış gençlerin iftar vakti okunan ezanla birlikte masasındaki suyu yudumlamaya başlaması sizi şaşırtmasın. Zaten İstanbul’la ilgili alınacak ilk ders budur: İstanbul’da hiçbir şey göründüğü gibi değildir.
Güneşin batışıyla okunan ezan, şükür ehli ile suçluluk hissi taşıyanları birbirinden ayırır. Neredeyse bin minareden aynı anda ezan sesi göğü doldurur; tüm gün sadece turistlere ve oruçsuzlara servis yapan, onun dışında sinek avlayan lokanta ve börek salonları, aniden hayata geri döner. Sanki Allah dev bir elektrik düğmesini açmış ve tüm şehir aydınlanıp hayatlanmış gibidir. Gün batımından bir saat önce lokanta masalarına oturmaya başlayan çoğu İstanbullu, iftarı açmaya başlar. Kadıköy, Beyoğlu ve Şişli gibi en Batılı kesimlerde görülecek olan resim de bundan farklı değildir.
Sultanahmet caminin civarında, özellikle dış avlusunda turistler çoktur. Orada kurulan panayır, onların bildiği İslâm’a ait bir şeyler içermez pek fazla. Ne var ki, oradaki mutlu ama tamamen alkolden uzak sokak partisi görünümü, turistleri tedirgin eder. Nerval ve Pierre Loti gibi roman avcılarının günlerindeki Osmanlı ile bugünkü Türkiye arasında gerçekten büyük fark vardır. Bugün Türklerin giysileri, turistlerden daha Batılı, daha modaya uygun görünüyor. Eski ‘oryantal’ ile ‘Avrupalı’ farkı kalkmış denebilir.
Fark daha az görünse de, şimdiki durum turistler için daha meydan okuyucudur. Mesela, tayt giyerek camiye girmek isteyen turist kadınlar, küçümseyen bir edayla bakıştan başlayarak kötü muameleye maruz kalabilirler.
Başımı yukarı kaldırdığımda altı minareden ikisinin arasında mesajı iki güne bir değişen mahyaları görüyorum. Bugünkünde “Birlik rahmettir.” yazıyor. Osmanlı zamanında, bizzat mahyacılar bu işten sorumluydu. Büyük imparatorluk camilerinde hangi mesajların yazılacağına onlar karar veriyordu. Bazen hareketli imajlar, mesela balık ya da tekne de sergilenebiliyordu. 1877 doğumlu Abdüllatif Efendi belki de en ünlü mahyacıydı. Bir keresinde, Süleymaniye minarelerinin arasına Ramazan’ın 15. gecesi saltanat kayığı imajı sergilemişti. Cumhuriyetin ilk zamanlarında ise “Türk gücünü unutma”, “Yerli malları al”, “Uçakları hatırla” gibi milli mesajlar yer almıştı. Bugün böyle şeyler olmuyor. Sloganlar çoğunlukla sadece dinî mesaj içeriyor.
Ramazan’da büyük camilere gidenler orada büyük kitap fuarları da görürler. Sultanahmet’te ülkenin yaklaşık 60 dinî yayınevi, en yeni kitaplarını sunuyor. Bu fuarda basit ilmihal kitaplarının yerini son yıllarda daha sofistike yayınlar almış görünüyor. Bazı yayınevleri, İslâm dünyasında başka bir örneği görülmeyen şekilde, modern Müslüman düşünürlerin yanı sıra gayrimüslim felsefecilerin kitaplarını da yayınlıyorlar. Asıl odak ise Batılı Müslüman yazarlara dönük: Garaudy, Winkel, Valsan, Herlihy, Eaton ve diğerleri. Klasikler hariç, Ortadoğu metinleri ise çok nadir. Kitaplar, popülist olanları bulunsa da, daha ziyade entelektüel kesime hitap ediyor.
Öte yandan, cami teravih için gelenlerle dolu. Müezzinlerin seslerinin güzelliğini işitince, Müslümanların burasını tercih etmeleri hiç de şaşırtıcı değil. Namaz bir saatten önce bitiyor. Sonra cemaat panayıra, eğlenceye vakit ayırıyor. Her dört rekatta bir salat-ı ümmiye okunuyor; sonunda ise Osmanlı dilinin ihtişamını bir kez daha hatırlatan, caminin dışındaki kalabalığın da işiteceği gür bir hoparlör sesiyle dua okunuyor. Urduca konuşanların da iyi bildiği gibi, yüklemin sonda geldiği duaların tesiri gerçekten büyüktür: “Ve burada Sana el açan din kardeşlerimiz ve geçmişlerinin şimdiki ve geçmiş günahlarını bağışla! Onların bu dünyada ve öte dünyada işlerini Allah’ım sen yoluna koy!”
Osmanlı zamanında, musiki üstadları Ramazan ibadetinde aktif rol alırdı. Son yıllarda, teravihi senfoni kalitesinde okunan dua ve salatlar ile eda etme anlayışı oldukça geriledi. Makam bilgisi, burada temel ayırıcı bir unsurdur. Bazı genç ve ham tırmalayıcı seslerin camilerde televizyon yayını olduğunda dahi müezzinlik yapmasına izin veriliyor. Nitekim Fatih Cami’nde dinlediğim genç, dört rekat aralarında okunan Ramazan kaside ve gazellerini baştan sona kendince artistik bir tarzda okudu. İstanbul’da ezan ve kamet, çoğunlukla Hicaz ya da Saba makamındadır. Yatsı namazı genelde Rast’tır. Kametin sonu ile imamın tekbiri arasında bir karşıtlık üretilir. Müezzin, cemaati yirmi rekatlık teravih namazına tecvidi tane tane okuyarak davet eder. Genelde bunu Saba makamında okur, ama dört rekattan sonra Saba makamından Kürdî, Nihavend ve Uşşak makamlarına geçişler yapar. Caminin imamı da bir sonraki rekata müezzinin bıraktığı makamdan devam eder. Vitr namazında makam yeniden Saba’da karar kılar. Böylece tek bir teravih namazında altı makam birden işitilebilir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra, büyük camilerdeki müzik standartları da çöküşe geçti. Bununla birlikte, Süleymaniye’de İmam Muzaffer Özak (v. 1985) ve baş müezzin Hafız Şevket Efendi’nin üstün gayretleriyle eski gelenek ihlaslı bir şekilde muhafaza edildi. Özak’ın öğrencilerinden biri olan ve dinî müzik lehine pop kültürü terk eden Ahmet Özhan, bu kıymetli mirası sağlıklı bir şekilde yeni kuşaklara aktarmak için çalışıyor. Tarihî Türk Müziği Topluluğu’nun kurucu ve direktörü Özhan, Ramazan ayında farklı yerlerde geleneksel Recep ve Şaban ilahilerini ve doğru Teravih tarzını yaymaya gayret ediyor. Özhan’ın çabaları, daha şimdiden ülkenin pek çok camisinde dinî müziğin kalitesini artırmış durumda.
İstanbul Ramazanı’nın yüksek sanatsal standartları, insanların dikkatini yeterince çekiyor. Tamamen laik bazı ruhlar, operaya gider gibi teravih dinlemeye geldiği halde Allah’ı bulup ayrılıyor oradan.
Camiler Ramazan boyunca dolu, ama Leyle-i Kadir için en muhtemel gün olduğu düşünülen yirmi yedinci gecede cemaat ve imam öncekilere nispetle vites yükseltiyor. Eyüp Cami’nde sabah namazı, şehirde en itibarlı ibadettir. Yirmi yedinci gecenin sabahında saat 02:00’de bile sabah namazına şehrin dört bir yanından insanlar çıkıp geliyor. Ve caminin içinde sıkışmadan oturabileceğiniz bir yer bulmanız imkânsız.
Eyüp Cami’nin avlusuna Fatih’in kendi elleriyle diktiği çınar ağacının altında büyük sahabe Eyyüp El-Ensari’nin türbesi uzanıyor. Bu türbe ziyaretçiler için hâlâ en büyük cazibe merkezi durumunda. Turkuaz parlaklığıyla ışıl ışıl olan türbe, dünyada en seçkin seramik şaheserlerden birisi olan İznik çinileriyle bezenmiştir. Türbenin hemen yanında Adile Sultan için yapılan itikaf odası yer alır. Dışarıda ise Sultan Süleyman devrinin şeyhülislâmı ve büyük tefsir âlimi Ebussuud Efendi dahil olmak üzere pek çok paşa, seyyid ve ulemanın yanı sıra mübarek hanımların mezarları bulunur. Yine burada büyük medrese ve tekkeler vardır. Eskiden yeni bir padişah tahta çıkacağı zaman taş merdivenlerin önünde attan inip kendisini tahta çıkaracak yolu, tevazuyla yürüyerek geçermiş. Padişahın kendi sarayına bile at üstünde gidebilirken, Eyüp El-Ensari’nin makamında bunu yapamıyor oluşu ibret verici gerçekten.
Eyüp Cami’nin yanı sıra diğer ulvî mekânlar İstanbul’da bolca bulunur ve Müslüman Türklerin ruhunu diri tutmada kendilerine düşen rolü oynarlar. Örneğin, Sarayburnu’ndan Üsküdar’a geçtiğinizde orada Aziz Mahmud Hüdai türbesini bulursunuz. Burası da her sosyal kesimden gelen ziyaretçilerle dolup taşar. Yokuşun başında Hüdai’nin öğrencisi Selami Baba tekkesi (mineral suyu hâlâ ilgi odağıdır), bahçesinde savaşlarda ölen şehitlerin mezarlarıyla doludur. Sahil tarafında ise, zamanında dünyanın en zengin kadını ve Sultan Süleyman’ın kızı olan Mihrimah Sultan adına yapılmış caminin minareleri arasında ‘İslâm iyi ahlâktır’ ışıltısı okunabilir. Bu cami ve medresesi, şehrin mimarisinde bir zirveyi temsil eder.
Kadir gecesinde Müslümanların ruh hali tamamen değişir. Sultanahmet Cami’nin mahyasında şimdi “Şefaat yâ Resulallah” yazısı okunmaktadır. En hüzün verici olanı ise, bayramdan bir gün önceki arefe günüdür. Televizyon kanalları hem tatlı hem acı bir lezzeti olan o gün, özellikle akşam ezanı yaklaştığında hassasiyetlere uygun yayınlar yapar. Boğaziçi’nde bir boğaz vapurundan o gün affedilmeyle ilgili sohbet yayını yapılır.
Ertesi gün, oruç sona erer. Eğer yağmur yağıyorsa dışarıda kalmamak için bayram namazına erken vakitte çıkmak akıllıcadır. Bayram namazının ertesinde vaaz ve ibadet, güneşin doğuşundan bir saat sonrasına kadar devam eder. Ben de o gün erkenden, kaldığım evden neredeyse gecenin karanlığında camiye doğru yola çıktım. Dar sokakların duvarlarında “En büyük Fenerbahçe”, “Allah’ını seven buraya çöp atmasın” yazıları okunuyordu. Sokaktan meydana doğru çıkınca, siyasî partilerin bez afişleri direkler arasını süslüyordu.
Beyazıt Cami’nin içinde benim için de bir yer vardı. İmam göründüğünde, mihrabın yakınında yol üstündeki mü’minler ayağa kalkıp imama yol verdi. Namazdan önce bayramın Hanefi usulü imam tarafından cemaate anlatılır. Sonrasında kalabalık cemaat huşu içinde namaza durur. Namazdan sonra imam minbere her seferinde tek bir adım atarak üç basamaklı yere yaklaşık bir dakikada çıkar. Burada kıbleye baş eğerek selam verdikten sonra elini kalbinin üzerine koyar. Sesinin tüm camiyi doldurması için cemaate döner. Yıllardır yapıyor gibi bir tecrübe ve sükunet okunur halinden. Cemaate, Ramazan’da kazanılan ruh halini sonraki aylarda da muhafaza etmek gerektiğinden bahseder, ibadeti yine tutkulu biçimde devam ettirmeyi hatırlatır. Camiyi tekbir sesleri çınlatır.
Hutbeden sonra, caminin avlusunda kalabalıktan pek çok kimse kemerlerin yanında bir daire teşkil eder. Salat-i ümmiye ile birlikte, herkes birbiriyle kucaklaşır. Son kişinin sıranın sonuna geçmesiyle, herkesin birbiriyle selamlaşması ve tebriklerini sunması sağlanır. Bu uzun selam ve tebrikten sonra herkes hanesine dönmek üzere tekrar yola koyulur. Dükkanlar kapalıdır, ama otobüs ve metrolar bayram boyunca ücretsizdir. Pek çok İstanbullu dost ve akrabalarını ziyarete başlar. Aile kaynaşması en üst düzeye çıkar bayramda.
O akşam Sultanahmet’in doğu minarelerinde gökyüzünde şu okunuyordu: “Elveda Yâ Şehri Ramazan”
(Abdülhakim Murad)
…
Abdülhakim Murad kimdir?
Abdülhakim Murad, diğer adıyla Tim J. Winters, çeyrek asır önce, Kahire’de Arapça ve İslâm ilimleri tahsil ederken ihtida etmiş bir İngiliz. 1960 doğumlu. Cambridge Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde İslâm üzerine dersler veriyor. Arapça’ya ve İslâmî ilimlere nüfuzu üst düzeyde olmakla birlikte, Türkçe’ye ve klasik Türkçe/Osmanlıca kaynaklara nüfuzu da insanı şaşırtacak düzeyde. ‘Postmodern Dünyada Kıbleyi Bulmak’ adıyla Türkçe bir kitabı bulunuyor. Dili ve üslubu biraz ağır olmakla birlikte, sabırlı bir okuyucu onda çok şey bulabilir. Kendisi için ‘Müslüman bir âlim’ yakıştırması cömertlik değil, bir hakkın teslim edilmesidir. Aile, mezhep ve içtihadlar, radikal eğilimler, liberal İslâm, mü’minler için temel ilke olarak sünnet üzerine görüşleri özellikle okunmaya ve üzerinde düşünmeye değer. Türk izleyicisi, onu ilk defa misafir olduğu, Engin Noyan’ın sunduğu ‘Kapılar ve Köprüler’ programında tanımıştı. Murad, belli bir süre İstanbul’da Türkçe ve Osmanlıca eğitimi almıştır. ‘İstanbul’da Ramazan’ yazısı da, o dönemde kaleme aldığı bir anlatıdır.