TR EN

Dil Seçin

Ara

Satır Arkası

Bir pazarlama başarısı: Noel Baba

Bir kültürel geleneğin sembolü olarak Noel Baba son derece önemli bir sembol. Gerçi Noel Baba’yla ilgili olarak Batı dünyasında çocuklar önce çok güzel izlenimlere sahip olsalar da, sonradan bu izlenimlerini yitirdiklerini biliyoruz. Çünkü önce yeni yıla girerken evde süslenen ve üzerine büyüklerin hediye astıkları yılbaşı ağacına o hediyeleri Noel Baba’nın bıraktığını düşünürken; sonra belli bir yaşa geldiklerinde çocuklar tüm bunların yetişkinlerin marifeti olduğunu öğrenir ve büyük bir hayal kırıklığı yaşarlar.

Yine de, Noel Baba çok yaygın bir dinî ve kültürel sembol olma özelliğini koruyor Batı dünyasında. Bunda da yadırganacak bir taraf yok. Ama son yıllarda Noel Baba’nın kendi dinî kültürel iklimini aşıp bizim topraklarımıza da sızdığı görülüyor ki, burda durup düşünmemiz lazım. Geçenlerde bir okul yemekhanesinde küçük bir kız çocuğuna yönelttiğim “Bize kim karşılıksız bir şeyler verir?” sorusuna aldığım cevap, beni hayrete düşürdü: Noel Baba!

Demek ki, televizyon, çizgi film, gazete, dergi… gibi bir toplumun kültürünü taşıyan araçlarda bir sembol ne kadar yer alıyorsa, çocuklar üzerinde o kadar tesiri oluyor. Belki eskiden kitle iletişim araçları bu kadar yaygın ve bombardıman düzeyinde değildi ve biz bir sembol olarak Noel Baba’dan o kadar etkilenmedik. Ama bugünün çocukları aynı koşulları yaşamıyor. Seyrettikleri bir çizgi film, ellerine aldıkları bir dergi, televizyonda gördükleri bir yılbaşı haberi, onlara Noel Baba hakkında çok olumlu mesajlar veriyor. Standart giyim tarzı ve beyaz sakalıyla Noel Baba, bir anda çocukların dünyasında çok önemli bir figür haline gelebiliyor.

Yılbaşında Noel Baba’nın bu denli rol almasında Hristiyanların dinî hassasiyetinin esas etken olduğunu da sanmayın. Noel Baba, günümüzde, yılbaşını bir tüketim karnavalına dönüştürmeyi hedefleyen ve maalesef bunu da başaran kapitalist düzenin maskotu konumunda. Kapitalist düzen kuvvetleri, tüketicinin zihin dünyasına bir ‘parıltı’ göndermek ve o parıltıyla tüketiciyi kendi ağına düşürmek için, dinî olanları da dahil, her türlü değeri suistimal etmekte bir sakınca görmüyor.

Noel Baba’nın başına gelen de aslında bu! Tüketici önce Noel Baba’yı görüyor. Zihinde bir dirençle karşılaşmayan Noel Baba, zihin ve duygu dünyasında yer edindikten sonra tüketiciyi alıp mağaza mağaza dolaştırıyor.

Bunu görünce, gördüklerini tarif etmek adına insanın aklına sadece ‘sinsi’ ve ‘azgınca’ sıfatları geliyor. Kapitalist mantık, günümüz dünyasında her zamankinden çok daha sinsi ve çok daha azgın gerçekten. Bir yerde kâr kokusu aldığında, tıpkı kan kokusu almış köpekbalığı gibi oraya hücum ediyor. Ne din, ne özel hayat… Onun için varsa yoksa kâr!

Evet, Noel Baba’nın bugün bir pazarlama başarısı olmaktan fazla bir anlamı yok gibi… Ama bir de bunu çocuklarımıza anlatabilsek!

 

***

 

“Küçük insanların büyük gölgelerinin olduğu yerde güneş batmak üzeredir.”

— Bir Çin atasözü… Çekik gözlerinden mi, yoksa pek ilgilenmediğimizden mi, şu Çinlileri pek iyi tanıyamamış olsak da, sözlerinde büyük erdemler taşıdıklarını kabul etmek zorundayız.

 

***

 

Düşündüğünüz,

Söylemek istediğiniz,

Söylediğinizi sandığınız,

Söylediğiniz,

Karşınızdakinin duymak istediği,

Duyduğu,

Anlamak istediği,

Anladığını sandığı,

Anladığı..

arasında farklar vardır.

—Sylviane Herpin, tespit ettiği bu dokuz farklı durumla, kişiler arası iletişimde en az dokuz ayrı yanlış anlama ihtimaline işaret ediyor. Öyleyse, konuşurken ve dinlerken, biraz daha dikkat ve esneklik!..

 

***

 

TELKİN, AMA NASIL?

Siz bakmayın söylenenlere. Neymiş efendim, çocuğa kendi iradesiyle karar vereceği zamana kadar telkinde bulunulmazmış, özgürce kendi haline bırakılmalıymış. Laf! Bırakın anne babanın çocuğa telkinini; hepimiz her halimizle, konuşmamızla, duruşumuzla, tavırlarımızla.. her an herkese “telkin”de bulunuyoruz aslında. Bir mesaj vermekse telkin, hepimiz her an yapıyoruz zaten bunu. Öyleyse, sorun telkinde bulunmakta değil, bunu layıkınca nasıl yapacağımızda…

Sıra çocuklarımıza geldiğinde, konunun önemi çok daha artıyor. Örneğin, çocuklarımızın tabiatla ilgili sorularına nasıl cevap vermeliyiz acaba? Çocuğumuz eline aldığı bir meyveyi göstererek, “Bu ne, nereden geliyor?” dediğinde, ona ne demeli?

Çevreden duyduğumuz kadarıyla bu konuda iki uç yaklaşımın yaygın olduğu anlaşılıyor. Birincisi, çocuğun bu tür sorularının neredeyse tamamına sadece “Allah gönderiyor” diyenler; ikincisi, tamamen sebep-sonuç ilişkisi içinde meseleyi izah etmeye çalışanlar.

En doğru yaklaşım, galiba, bu ikisi arasında bir yerde. Çocuğa vereceğimiz telkinde dikkat etmemiz gereken en önemli prensip, ‘bütün’ü parçalamamak olmalı. Eğer sadece Allah vurgusu yapılırsa, çocuğun maddî âlemi O’ndan ayrı (kopuk); yok eğer sırf maddî âlem vurgusu yapılırsa da, O’ndan maddî âlemin ayrı (kopuk) olduğunu algılamasına sebep oluruz. Çocuğun algılama ve kavrama düzeyine göre, ağacın nasıl geliştiği ve meyve verdiğinden de bahsetmeli; Allah’ın ağacı bu şekilde yaratmasıyla bize ne kadar çok şefkatli davrandığından da…

Unutmayalım ki, çocuğun içine doğduğu dünya hayatı içinde her an geldiği ‘tüm’ü hatırlamaya ihtiyacı olduğu gibi; yine o hayat içinden aynı ‘tüm’e varmaya da ihtiyacı var. Buna, tümdengelim ile tümevarım arasında gözetilmesi gereken bir denge ihtiyacı da diyebiliriz.

 

***

 

“Dinle öğrenirsin, sus kurtulursun!”

— Hz. Ali’nin küllî hakikatleri cüz’i kelimelerle nasıl ifade edebildiğini, onun ‘ilim şehrinin kapısı’ olmasının dışında izah edebilene aşk olsun!

 

***

 

Hem ait, hem bağımsız olmak ister insan…

Dünya hayatının en başında bebek sûreten anneye aittir. O yüzden anne, hem kendisi için hem de karnındaki bebek için yer, içer ve nefes alır. Bu sıkı ait olma durumu, çocuğun doğumuyla son bulur. Çocuk doğduktan sonra ilk dakikalarda kendisinin nefes alması gerekir; artık anne onun için nefes alamaz. Çocuğun nefes alması, bağımsız olma yönünde atılmış ilk minik adımdır. Yaş ilerledikçe bu minik adım, daha büyük adımlarla bağımsız olmak yönünde desteklenir. Önceleri annesinin, kaşıkla kendisini beslemesine izin veren bebek, bir süre sonra annesinin ağzına uzattığı kaşığı yolda yakalar ve onun kendisini beslemesine izin vermez; artık kendi başına yemek istemektedir.

Önceleri elinden tutularak yürütülen bebek, zaman geçtikçe elinden tutulmasını istemez; eli tutulmadan, kendi başına yürümek ister. Kendi başına yürürken ana baba bir duvarın veya ağacın arkasına saklansa, geri dönüp bakan çocuk ana babayı göremezse ağlar. Dikkat edin, çocuk hem eli bırakılmadığında ağlar hem de ana babayı göremediğinde! Çocuk bir bakıma demek istemektedir ki, “Elimden tutma, ama orada dur, bana bak! Beni yalnız bırakma!”

İşte bunun gibi, insan hem bağımsız olmak ister, hem de ait olmak; ve kişi bu ikisi arasında ne kadar başarılı bir denge tutturabilirse, o kadar mutlu ve enerji dolu olur. Şirazî de, galiba, dolaylı da olsa bu hakikate işaret etmiş yıllar öncesinden: “İnsanlarla münasebetin ateşle münasebetin gibi olsun. Çok uzaklaşma donarsın; çok yaklaşma yanarsın.”

 

***

 

BİR DUA

“Annede ve babada şefkat ve merhameti yaratan Allah’ım,

şefkat ve merhametin yaratıcısı Allah’ım,

şefkat ve merhamette namütenahi Allah’ım,

bana acı!”

 

***

 

İNSANIN HALLERİ

‘Kendini beğenme’ ile ‘kendini değerli görme’ aynı şey midir?

 

Şeytanın Avukatı filmini seyredenler bilir; filmin en can alıcı sahnesi, en sonunda Al Pacino’nun dilinden dökülen sözdür: “Self-love is my favourite sin.” (Kendini beğenme, benim en sevdiğim günahtır.)

Filmde Al Pacino’nun şeytanı oynadığı düşünülürse, kendini beğenmenin şeytana has bir nitelik olduğu ortaya çıkar. Nasıl olmasın ki? O kendini beğendiği için Âdem aleyhisselâma yukarıdan bakmış; ve yine aynı nedenle, Allah’ın emrine açıkça karşı gelmiştir. Demek ki, kendini beğenmede, nefsini en yukarıya koyma gayreti, başkalarıyla sürekli kıyas yaparak kendini üstün kılmaya çalışma vardır.

Gerek Hristiyanlık, gerekse İslâm’da bu yüzden kendini beğenme en çok yerilen hasletlerin başında gelir ve mü’minler bu konuda şiddetle ikaz edilir. Gelgelelim, ‘kendini değerli görme’yle ilgili bu tür bir ikazda bulunulmamıştır.

Bu da son derece anlamlıdır, çünkü her insanın kendisini değerli hissetmesi doğal bir eğilimdir. İslâm, insanın kendini beğenmesinin önüne set çekerken, mü’minlerin kendilerini değerli görmelerini de ister. Fakat bu değeri, Allah’a güzel bir abd olmada aramaya yönlendirir.

Kendini beğenme ile kendini değerli görme arasındaki fark da, bu şekilde ortaya çıkmaktadır: Kendini beğenme, insanın kendi nefsine dayanması ve güvenmesidir; kendini değerli görme ise, Allah’ın hiç yoktan yaratması, başka bir varlığı değil onu yaratması, muhatap alması, kendisine kul kabul etmesi nedeniyle (her) mü’minin (ayrı ayrı) kendisine değer vermesidir.

Başka bir deyişle, kendini beğenme, insanın kendi değerini kendinden alması; kendini değerli görme ise kendi değerini Allah’tan almasıdır.

Öyleyse, kendimizi beğenmeyelim, ama kendimize değer vermeyi de unutmayalım.