DODO KUŞU'NUN SOYU NASIL TÜKENDİ?
Portekizli denizciler 1598 yılında Hint Okyanusu’ndaki Mauritius Adaları’na ulaştıklarında o güne kadar görmedikleri bir kuşla karşılaştılar: dodo kuşu. İri cüssesi, büyük kıvrık gagası ve yaklaşık 20-23 kilogram ağırlığıyla oldukça farklı bir kuştu. İri yapısına karşın kanatları küçük olduğu için uçamayan sayılı kuşlardan biriydi dodo. Denizciler adaya ayak bastığında onları çocuksu bir saflıkla karşıladı. Gemiciler ise onun bu dostça yaklaşımını ‘aptallık’ olarak değerlendirdi ve kendisine DODO ismini de bu yüzden verdiler. ‘Dodo’, aptal demekti çünkü.
Yanlarına yaklaşan dodoları sopalarla vurarak öldürüp sofralarına taşıdılar. Uçamadıkları için toprak üzerine yaptıkları yuvalara bırakılan yumurtalar denizciler tarafından toplanmaya başlandı. Asırlar boyu Mauritius Adaları’nın ortamında tehlikeden uzak yaşamını sürdüren dodoların sayısı hızla azalmaya başladı. Gemiciler tarafından adaya getirilen köpekler de onlarla avlanmaya başladı. Yeni avcıları karşısında çaresiz dodoların ölümü ve yumurtaların toplanması nedeniyle yeni yavruların olmaması, dodo neslini yok etti. Yalnızca dodonun sindirim sisteminden geçtikten sonra tohumları çimlenebilen ‘calvaria’ ağacı da yavaş yavaş ortadan kayboldu. Tohumları ile beslenip, onları çimlenebilecek duruma getirecek dodo yok olmuştu çünkü.
Portekizli denizcilerin dodo kuşuna yaptıkları, aslında keşifler döneminde ve daha sonra kendi toprakları dışına her çıkışlarında Avrupalı kâşiflerin nasıl bir ruh hâli içinde olduklarını ele vermesi açısından oldukça anlamlıdır. Avrupalılar kendi dışlarındaki tüm zenginliği, kendi ambarlarına koyabilecekleri bir ‘mal’ mesabesinde gördüler. İstedikleri gibi tahrip edip, öldürmekte bir sakınca görmediler bu yüzden. Sahipsiz gördüğü bir bahçeye girip haram meyve yemenin şeytansı iştihasıyla, buldukları her şeyi talan ettiler.
Bu şeytansı iştiha ve haramdan zevk alan Avrupalı ruhu, ne dodo kuşundan neslini tüketmeden istifade etmeyi düşünebildi; ne de kendilerini çiçeklerle karşılayan Amerika yerlilerini bir ‘dost’ gibi görmeyi akıl edebildi. Hele yerlilerin kendilerine hediye olarak altın eşyalar sunmaları, ahlâk ve insanlık yoksunu Avrupalıların sadece azgınlıklarını artırdı.
Aslında Avrupalıların ruhlarında barındırdığı bu şeytansı tahripkârlık, sadece dodo kuşuna ve Antil yerlilerine karşı değil, Kızılderililere, hatta daha sonraki sömürgecilik döneminde tüm Afrika ve Asya topluluklarına kadar geniş bir alana yayılıyor. Bu açıdan bakıldığında, Avrupalı ülkelerin başlattığı sömürgecilik döneminin başlangıcının ‘Keşifler Dönemi’ olduğu da rahatlıkla anlaşılıyor.
O yüzden Sosyal Bilgiler kitapları, Avrupalıların yaptığı keşiflerden övgüyle bahsederken, diğer yandan ahlâk yoksunu bir ‘korsan ruhu’nun varlığını da unutmayalım lütfen! Çünkü Avrupalıların kendilerinin dışındaki her şeye karşı bu zalim ve yok edici tavırları, hiçbir zaman değişmedi ve değişmiyor.
***
KINGDOM OF HEAVEN
“Papanın, kendi kurtuluşunuz ve Kudüs’ün kurtuluşu için savaşın ve kafirleri [Müslümanları] öldürün buyruğuyla buralara geldim. Ama Avrupa’da yaşadığımız kıtlık ve sıkıntıdan sonra buraya refah ve toprak için geldiğimizi anladım. Kendimden utanıyorum.”
— ‘Cennetin Krallığı’ filminde Haçlı Seferleri sonrası Kudüs’ü kontrol altında tutan Frankların ordu komutanından çarpıcı bir itiraf. Acaba aynı itirafı, Amerika’dan kalkıp kendilerine söylendiği şekilde Irak’taki kafirleri [Müslümanları] öldürmek için gelen, ama sonra, sadece petrol ve tüm değerli şeyleri çalmak için orada bulunduklarını anlayan Amerikan askerleri de yaparlar mı acaba?
***
Samimi ilişkiler mi? Maskeli balo mu?
‘Maske’ günümüzde insan ilişkileri dendiği zaman, oldukça güçlü bir imge. Toplum içinde karşılığı yok da diyemeyiz. Pek çoğumuz mahrem alanımızdan çıktığımız anda maskemizi takmaya başlıyoruz. Hatta maskeden, değil ‘maskelerimiz’den bahsetmek daha doğru. Gittiğimiz yerin ruhuna göre içinden uygun olanını seçip takıyoruz suratımıza. Çalıştığımız yerde bulunduğumuz konuma göre başka, otobüs durağında başka, banka kuyruğunda başka, mikrofon uzatıldığında başka, karşı cinsle konuştuğumuzda başka maskemiz var takmak için.
Yaşanılan sosyal hayat bir maskeli baloyu andırıyor sanki. Acaba eskiden beri mi böyleydi insan ilişkileri? “Evet” denilebilir belki bu soruya, ama kesin olan bir şey var ki, hiç bu kadar ‘sentetik’ bir hâl almamıştı.
Maske metaforunun özü, insanın içi ile dışı arasında bir ayrım gözetmesinde saklı. Demiş ya Mevlana, “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!” Maske, insanı, Mevlana’nın bahsettiği gibi ‘olduğu gibi görünmediği’ bir duruma sokuyor. Eskiden insanın olduğu gibi görünmemesini gerektirecek durumlar bugünkü kadar çok değildi. ‘Mahrem alan’ ile ‘sosyal alan’ arasında güzel bir denge vardı. Ayrıca insanların olduğundan başkası gibi görünmesine hem bu kadar ihtiyaç yoktu, hem de buna imkân yoktu. Çünkü insanlar pek çok yerde birbirini gayet iyi tanıyordu. İnsanlar, yaşadıkları yerde biraz da oldukları gibi davranmak zorundaydılar.
Günümüzde maskeli davranışların bu denli yaşantılarımıza sızması, âdeta ‘kurumlaşması’ ve ‘sentetik’ bir hal alması, işte bu yapının bozulmasından ileri geliyor. Bugün, özellikle büyük şehirlerde herkes birbirine yabancı. O kadar yabancı ki, bu yabancılık insanların kendilerine de yabancılaşmasına neden oluyor. O yüzden, insanların tanınmaktan ileri gelen ‘olduğu gibi görünme’ zorunluluğu ortadan kalkmış durumda. Kendinize yakıştırdığınız dış görünümünüz ve edanızla tamamen başka birisi olabilir ve özellikle iş hayatında değişik avantajlar elde edebilirsiniz. Bunun adına ‘imaj’ deniyor. İmajınızın altında ne kadar samimiyet yattığı ise önemli değil. İmajınızın kendisi önemli. Taşıyabiliyorsanız, size kimse yalancı diyemez. Hatta değişime ayak uydurduğunuz söylenerek, alkışı bile hak ettiğiniz düşünülür.
Peki bu sizi gerçekten mutlu ve başarılı bir insan yapar mı? Veya içinizdeki yalnızlığı, korku ve zayıf taraflarınızı onarır mı?
İsterseniz, bu sorunun cevabını Doğan Cüceloğlu’nun, çocuk psikoloğu Charles Finn’den aktardığı şu şiirde bulmaya çalışalım:
Söylemediklerimi İşitin Lütfen
Bana aldanmayın!
Yüzüm bir maskedir,
Sizi aldatmasın.
Binlerce maskem var,
Çıkarmaya korktuğum,
Ve,
Hiçbiri ben değilim...
Olmadığımı göstermek
İkinci doğam oldu.
Her şey dışta düzgün ve cilalı,
Hiç yıpranmayan, her zaman saklayan
O maske!..
Altta ne güven ne de rahatlık...
Altta,
Karışıklık, korku ve yalnızlık içinde bocalayan
Gerçek ben!...
Ama saklarım bu gerçeği savunuculukla...
Kimsenin bilmesini istemem...
Zayıf taraflarımı düşündükçe
Titrer ve sararırım...
Ya başkaları görürse iç dünyamı...
Gerçek ben ve yalnızlığımı!
İşte,
Maskelerimi onun için takarım...
***
“İyi bir öğretmen, kendisini yavaş yavaş gereksiz yapabilen öğretmendir.”
— Thomas J. Carruthers'in bu sözü, sınıfta kendini her şeyin merkezi konumunda gören ve bu şekilde iyi bir eğitim verdiğini düşünen öğretmenlere ithaf edilmeli.
***
Stres yapmadan araba kullanma kılavuzu
Gitmek ve dönmek... Büyük şehirde yaşayan insanların üzerinde giderek karamsarlık bulutları biriktirdiği iki kelime. Çünkü büyükşehirde bir yere gitmek ve sonra geri dönmek; giderek, işlerin en büyüğü, sorunların en çetini olmaya başladı. İrili ufaklı kibrit kutusu gibi araçların sıra sıra dizildiği, ama sıra yol almaya gelince, sanki kimsenin yerinden oynamaya niyeti yokmuş gibi çakılı kaldığı yollarda stres düzeyi de yükseliyor ister istemez.
Bu çile yol açıldığında bitiyor sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Bu kez de, trafik canavarları kaplıyor ortalığı. Sağdan soldan olur olmaz sollamalar, trafik ışıklarına, yayalara ve diğer sürücülerin haklarına aldırmadan araç kullanan sürücüler sinir katsayısının olması gerekenden çok daha yükseğe çıkmasına sebep oluyorlar. Fakat aslında araba kullanırken daha az stresli olabilmek mümkün. Tabii, şu noktalara dikkat edilirse:
- Gerekmedikçe trafiğe çıkmayın.
- Randevularınızı trafiğin durumunu dikkate alarak biraz toleranslı plânlayın.
- Arada sırada da olsa, toplu taşıma araçlarını kullanabileceğiniz fırsatları kaçırmayın.
- Alternatif taşıma yollarını deneyin. Örneğin, İstanbul’da yaşıyorsanız, her gün köprü trafiğini çekmek yerine, deniz yolunu tercih edin.
- Trafikte yoğunlaşan stresinizin, başka yerlerde birikip seyir halinde patlak verdiğini unutmayın. O yüzden, hayatınızın diğer alanlarını gözden geçirin ve o alanlarda biriken stres faktörlerini en aza indirmeye çalışın.
- Hayatınızı çok iyi plânlayın. Örneğin, aracınızla bir yere gittiğiniz zaman, orada yapmanız gereken işlerin hepsini bitirin ve öyle dönün.
- Stres düzeyini artıran nedenlerden biri de, trafikte geçen zamanı ‘kayıp zaman’ olarak görmektir. Trafikte geçen zamanı hayatın bir parçası olarak görmeye alışın.
- Trafik kurallarını ihlal etmenin, stres düzeyini artıran en önemli faktörlerden biri olduğunu unutmayın. O yüzden trafik kurallarına uyun.
- Yavaş akan trafikte bir iki araç geçeceğim diye binbir zahmete girmeyin. Muhtemelen varacağınız yere, o araçla aynı vakitte varacağınızı bilin.
- Akan trafikte kendinizi sol şeridin ayrılmaz bir parçası olarak görmekten vazgeçin. Sürekli sürat yapmanın dikkat ve konsantrasyon seviyesini düşüreceğini unutmayın. Arada bir diğer şeride geçin.
- Trafikte amacın atraksiyon ya da ralli yapmak değil, bir yere sağsalim varmak olduğunu asla aklınızdan çıkarmayın. Adrenalin ihtiyacınızı sizi heyecanladıracak daha güzel hedefler peşinde çalışarak karşılayın.
- Seyir halindeyken cep telefonuyla konuşmayın. Dikkat ve konsantrasyonunuz düşük bir seviyeye ineceği gibi, alacağınız kötü bir haberin bu seviyeyi hepten aşağı çekeceğini gözardı etmeyin.
- Ve son olarak, aracınız sizin ‘özel alan’ınız olsa bile, herkese ait bir yolda seyretmekte olduğunuzu unutmayın. Sorumlu bir insan olarak, trafiğin genel akış hızına razı olun.