GÜNÜMÜZÜN EN GÖZDE DOĞRUSU: ‘DOĞRU BESLENME!’
Sağlıklı, diri, dinç ve uzun bir yaşam... Herkes bunu istiyor şimdi.
Herkes kendi çapında cüzdanına, vaktine, imkanına göre sağlıklı bir beden peşinde koşuyor.
Tabii bu arada hem bilim hem de medya kafaları karıştırıyor. Yumurta zararlı mı; iyi kolesterol kötü kolesterol ayrımı gerçekten anlamlı mı; dışardan kalsiyum desteği almak doğru mu antioksidanların kanser oluşumlarına karşı olumlu etkisi gerçek mi?
Anti-aging için iyi olduğu düşüncesiyle, hiç hoşlanmadığı ekşi elmayı yüzünü buruştura buruştura yiyor modern insan.
Anti-aging: Günümüzün en gözde bir başka doğrusu.
Yaşını başını çoktan almış insanlarda görülen bedenine karşı görevini yerine getirmiş olmanın tuhaf ferahlığı...
Ama tümüyle bedene odaklanınca, yeni huzursuzluklar, yeni sorunlar çıkıyor ortaya. Egzersiz yapamamak mesela! Bu birçokları için büyük bir kusur, gizliden gizliye kendisini horlamasına yol açan bir eksiklik...
Sonra...
Aerobik bitiyor, pilates başlıyor...
Kimse itiraf etmek istemese de, bu arayış fena halde obsesif bir karaktere sahip ve hayal kırıklıklarıyla dolu bir döngü aslında.
Tamam, sağlıklı bir beden ve kaliteli bir ömür istiyoruz. Kabul.
Ama ne için?
Sadece yaşayıp, sonra yine de kaçınılmaz biçimde ölmek için mi?
Bedeni sağlamlaştırıyoruz, ömrünü uzatıyoruz, güzel de, bu bedenle nereye gidiyoruz peki?
Hiç sorduk mu?
O meseleleri unuttuk değil mi?
***
“THE TRUE FURQAN”
Yukarıdaki ifadenin anlamı, ‘Doğru Furkan’. Atıf yaptığı şey Kur’ân-ı Kerim. Bu sözde Kur’ân, Kuveyt’te basılıyor.
İki Amerikalı basım şirketi, Wine Press ve Omega tarafından ‘True Furqan’ veya ‘The 21st Century Quran’ (Yirmi birinci Yüzyıl Kur’ânı) adı altında basılıyor. İsteyenler, www.amazon.com sitesinden kitabın kapağını ve tanıtım yazısını okuyabilirler.
Bismillah yerine, Hristiyanlıkta bilinen üç ruhu anlatan uzun bir çeviri ile başlayan bu sözde Kur’ân, 366 sayfa olup, hem Arapça hem de İngilizce olarak basılıyor.
Bu sözde Kur’ân’da İslâmî inançları zedeleyen birçok yazı bulunuyor. Bir âyetinde birden fazla kadın ile evlenmenin zina olduğu (evlilik dışı cinsel ilişki olarak kabul edildiği), boşanmanın kesinlikle kabul edilmediği ve vasiyetlerin (vefat edenin ardında bırakılan vasiyetin dağıtımı hakkında) yeni bir sistem şeklinde dağıtılmaya çalıştığı anlatılıyor.
Karikatür krizinin harareti ve karikatürlere yönelen öfke henüz dinmemişken, Kur’ân-ı Kerim’e yönelik böylesi bir tahrif girişimi doğrusu anlaşılır şey değil. Kabul edilebilir hiç değil!
Anlaşılan o ki, Batı’da birileri, kasıtlı olarak İslâm’a ve Müslümanlara yönelik bir manipülasyon ve tahrif eylemine girişmiş bulunuyor. İslâm’ın temellerini sarsarak, Müslümanların inanç sistemlerini sulandırmayı ve böylece onları daha kolay modern sömürgeciliğin kurbanları haline getirmeyi hedefliyor.
Fakat hesap edemedikleri şey, Kur’ân-ı Kerim’in bizzat Allah’ın koruması altında olduğu ve Kıyamet’e kadar da öyle kalacağı.
Kaldı ki Müslümanlar da her zaman Kur’ân’ın Allah’ın kendi dilinden kelâmı olduğuna inanmışlardır ve buna devam ettikleri müddetçe, hiçbir bâtıl teşebbüs onların kalbinde kendisine yer bulamayacaktır.
Nitekim amazon.com adlı internet sitesinde sözde Kur’ân’la ilgili okuyucu yorumlarının tamamı Müslümanlara ait; ve kitapla ilgili söylenmesi gerekenleri en güzel şekilde ifade etmişler.
Allah onlardan razı olsun.
***
‘Maddî hayata tapanlar, deniz suyu içenlere benzerler, içtikçe susuzlukları artar.’
— Muhyiddin-i Arabi’nin bu sözünden, sadece beden sağlığını düşünenlerin de hissedar olduğunu kim inkâr edebilir?
***
ÇOCUKLAR NEDEN ÇETEYE KATILIR?
Okulda şiddetin gündemde önemli bir yer işgal ettiği şu günlerde, çeteler de epey revaçta. Özellikle liseli gençlerin çeteleşmeleri, eğitimcileri ve velileri kara kara düşündürüyor. Bıçaklama ve yaralama türü olayların hızla artmasında, uzmanlar çetelerin gençler üzerindeki etkilerinin önemli bir rolü olduğunu belirtiyorlar.
Doç. Dr. Kültegin Ögel’e göre asıl üzerinde durulması gereken nokta şu: “Gençler mutlaka gruplaşır, bu içgüdü bugünkü gibi çetelere de dönüşebilir, pekâlâ basketbol takımı kurarak, olumlu anlamda da tezahür edebilir.”
Bu yoruma göre aslında çözüm hiç de karmaşık değil: Gençlerin fıtrî eğilimlerini iyi kavramak ve bu eğilimlerin olumlu yönde yönetilebileceği organizasyonlara gençleri kanalize etmek. Yerine göre bir basketbol takımı, bir futbol takımı, bir başka spor dalı ya da belli bir hobi etrafında oluşturulan ekip çalışmaları, gençleri bir çete üyesi olmaktan koruyacak en güzel çözüm olacaktır.
Şimdi, “Çocuklar neden çeteye katılır?” sorusunu cevaplayabiliriz sanırım.
Cevap: “Basketbol takımına katılamadıkları için!”
***
“Şu zamanda insanların kardeşliği, kötü aşçının çorbasına benzedi. Kokusu güzel, fakat tadı yok.”
— Mâlik bin Dinar, bir de bugünleri görseydi!
***
HUTBE-İ ŞAMİYE YENİDEN EMEVİYE’DE!
Bediüzzaman Said Nursi’nin 1911 yılı başında Şam’da okuduğu hutbe, aynı camide yeniden okunacak. Emeviye Camii imamı Dr. Bedreddin Nasır tarafından 28 Nisan 2006 tarihinde okunacak hutbeyi dinlemek için Türkiye’den de çok sayıda kişinin Şam’a gideceği belirtiliyor.
Said Nursi 1911 yılında Şam Hutbesi’ni irad ettiğinde Emeviye Camii’nde yüzden fazla ulemanın bulunduğu on bin kişi hutbeyi dinlemişti. Bediüzzaman, 7 ay Şam’da kalmış ve ulemanın ısrarı üzerine İslâm âleminin sıkıntılarına çare olarak düşündüğü fikirlerini hutbe olarak okumuştu.
Bu hutbede Bediüzzaman, İslâm âlemini maddi yönden ortaçağda bırakan 6 hastalığı sıralarken, bu hastalıklara karşı ise imanı, sıdkı, muhabbeti, manevî bağları kuvvetlendirmeyi, meşvereti ve milletine yardım etmeyi öğütlemişti.
Tespit ettiği hastalıklar ise şunlardı:
1- Ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.
2- Sıdkın (doğruluğun) siyasi ve sosyal hayatta ölmesi.
3- Adavete (düşmanlığa) muhabbet.
4- Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları (bağları) bilmemek.
5- Çeşit çeşit sarî (bulaşıcı) hastalıklar gibi intişar eden (yayılan) istibdat (baskıcı anlayış).
6- Menfaat-i şahsiyesine himmetini hasretmek; yani tüm gücünü kendi menfaati için kullanmak.
***
OKUL BAŞARISI MI, HAYAT BAŞARISI MI?
Kişisel gelişim furyasından mıdır nedir, bir süredir ‘başarı’ kelimesi bizim için başka bir anlam ifade eder oldu. Özellikle de ‘okul başarısı’.
Çocuklarımızın okuldaki başarısı, sene içinde sınavlardan aldıkları notlar, sonra girdikleri ÖSS, OKS gibi büyük sınavlar, eğitimciler ve veliler tarafından o kadar hayatın merkezi haline getirildi ki, çocuklar da hâliyle “Herhalde böyle bir şey!” diyerek hayatı bu şekilde kabullenmek zorunda kalıyorlar.
Fakat gidişat hiç de eğitimcilerin ve velilerin beklediği gibi bir seyir izlemiyor. Yakınlarda yapılan ortaöğretim üzerine kapsamlı bir araştırmanın sonucu, eğitim sisteminin kriterlerine göre öğrencilerin çok azı hariç büyük bir bölümünün sistem tarafından başarısız konuma düşürüldüğünü ortaya koydu.
Anlaşılamayan paradoksal bir durum bu. Okul başarısı bu kadar ön plana çıkarıldığı halde, öğrencilerin çoğu neden başarısız oluyor?
Bu sorunun cevabı, ilginç bir şekilde, paradoksal gibi duran bu durumun kendisinde gizli aslında. Okul başarısı üzerine o kadar çok vurgu yapılıyor ki, öğrencilerin okul başarısı düşüyor.
Nasıl mı?
Çünkü başarıya dar bir tanımlama getirilmiş oluyor. Başarı deyince sadece okul başarısını anlamak, gerçekten dar bir bakış açısının ürünü. Halbuki ‘okul başarısı’ dışında ‘meslek başarısı’ var. Meslek başarısı dışında ‘iş başarısı’ var. İş başarısı dışında, ‘hayat başarısı’ var. Üstelik, hayat başarısı, okul başarısından da, meslek başarısından da daha önemli.
Buradan, okul başarısının önemsiz olduğu sonucunu çıkaracak değiliz tabii. Çocuğunun okulda başarılı olmasını hangi anne baba istemez? Ama ondan daha çok mesleğinde başarılı olmasını ister. Çocuğunun mesleğinde başarılı olmasını hangi anne baba istemez? Ama ondan daha çok, kendi işinin sahibi olmasını ister. Çocuğunun işveren olmasını hangi anne baba istemez? Ama ondan daha çok hayatta başarılı olmasını ister. Yani şu hayatı zevkle, dinamik bir biçimde coşkulu ve doyum alarak yaşamasını ister. Bir insanın hayatta ulaşabileceği en büyük başarı da bu değil midir?
Kaldı ki okul başarısı üzerine aşırı vurgu yapmak, okul başarısını riske atacağı gibi, ondan çok daha önemli diğer başarıları da riske atar. Çocuğa ihtiyacından daha fazla bilgi yükleme gayretkeşliğine yol açarak, onu bilgiye küstürür örneğin. Doğuşunda beraberinde getirdiği inanılmaz merakını, ihtiyacından fazla su dökülen çiçeğin ölmesi gibi, etkisiz kılıp sönükleştirir. Kendi isteği dışında yarışa zorlanmış bir at gibi, kendini daimi bir rekabetin içinde bulur. Kendi olma şansını yitirir.
Kimbilir bu yarışta galip de gelebilir çocuk. Ama hayat başka türlü galibiyetler beklemeyecek midir ondan sonra?
Meselâ zor bir zamanda adaleti gözetmesini...
Peki ama, okul çağında “başarı, başarı!” diye zorlatarak keskin bir otoritenin kılıç darbeleriyle kişiliğinde adaletsizliğe karşı duracak damarları zedelenmiş bir çocuk büyüdüğünde bunu nasıl başarabilir ki?
***
“Benlik davasını bırak
Muhabbetten olma ırak
Sevgi ile dolsun yürek
Hoşgörülü olmaya bak!”
— Yunus Emre galiba insan-ı kâmil’i deşifre ediyor; ubudiyet, muhabbet, hoşgörü.
***
FUKUYAMA:
“BUSH YÖNETİMİ, IRAK İŞGALİYLE KENDİ LÂNETİNİ OLUŞTURDU.”
11 Eylül saldırılarından sonra Amerika’nın Irak’a savaş açmasının arefesinde, pek çok fikir adamı, Amerika’nın yeni dış politikasını haklı kılan makaleler yazdılar. Bir bakıma, Bush’un şiddete dayalı dış politikasını meşrulaştırdılar.
Neo con (yeni muhafazakârlar) adı verilen bu fikir adamları, bugün ise Irak’ta olan biteni daha gerçekçi bir bakış açısıyla görüp aynı görüşte olmadıklarını beyan ediyorlar.
Örneğin, Amerika’nın Irak’ı işgalini onaylayanlardan biri olan Fukuyama, bugünlerde yaptıkları hataları şöyle sıralıyor:
Güç ve irade sayesinde tarihin ileriye doğru hareket ettirilebileceğini sanmak, üstelik bunu aşamalı olarak yapacak kadar sabır gösterememek; dünyanın tüm gücü tekeline almış bir Amerika’nın bu gücünü hayırsever bir şekilde kullanacağına güvenmesini beklemek; şaibeli ‘önleyici saldırı’ doktrinini haklı göstermek için radikal İslâm’ın oluşturduğu tehlikeyi abartmakla aşırıya kaçmak; Irak gibi hiç tanımadıkları ülkelerde büyük çapta toplumsal mühendislik yapılabileceğine çocuklar gibi inanmak. Fukuyama bu hatalara şu cümleyle son veriyor: “Bush yönetimi, Irak işgaliyle kendi lanetini oluşturdu.”
Çark eden bir diğer fikir adamı Andrew Sullivan ise, The Independent gazetesinde vicdanı sonradan yerine gelmiş birinin diliyle şunları söylüyor: “Dünya zorlu bir ders aldı ve bu ders, rezil olan birkaç fikir adamından çok, ölen on binlerce masum Iraklı açısından zordu. Doğru tepki, halkı yanlış yönlendirmeyi bırakıp utanç ve üzüntü duymaktır.”