İnsanın diğer varlıklarla ortak yanları olduğu gibi onlardan ayrıldığı, kendine has özellikleri de var.
Canlı olmada, bütün hayvanlarla müşterekiz; hepimiz görüyor, işitiyor, yiyip içiyor, çoğalıyoruz.
Düşünüp fikir üretme noktasında ise onları çok gerilerde bırakıyoruz.
Ve son nokta: İman sahibi olmak. Bu noktada müminler, inançsız insanlardan ayrılırlar. Onlarla akla sahip olmada müştereklikleri vardır; ama onu kullanma biçiminde yolları ayrılır. Müminin, görmesi işitmesi gibi, aklı da kalbine hizmet eder ve imanının inkişafına vesile olur. İnançsızların akılları ise nefislerinin ve heveslerinin emrindedir; sadece dünya için, menfaat için, makam için, zevk ve sefa için çalışır.
Gerçek insanlık imanla başlıyor. Nur Külliyatında bu husus şöyle dile getirilir:
İman insanı insan eder, belki insanı sultan eder......
Küfür insanı gayet aciz bir canavar hayvan eder. (Sözler, 23. Söz)
Buna göre gerçek hümanizm, insanları İslâm’a ve imana kavuşturmak için çaba göstermek demektir.
Furkan Sûresinden iki ayet:
“Heveslerini ilah edinen kimseyi gördün mü? Ona sen mi (ondan sorumlu bir) vekil olacaksın?” (43)
“Onların kalpleri vardır, ama onlarla gerçeği kavramazlar; gözleri vardır, lâkin onlarla görmezler; kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar, hayvanlar gibidir, hatta daha da sapıktırlar.” ( A’raf, 179)
Mevlana’nın güzel bir sözü var. Buyurur ki, “İhtiyar oyunla oyalandıkça çocuk sayılır. Burada yaşa itibar yoktur. ”
Dersine çalışmayıp oyunla oyalanan bir çocuk ve çocuklarla aynı oyunu oynayan bir ihtiyar birlikte düşünüldüğünde biz çocuğu bir derece mazur görür, ama ihtiyarı ayıplarız. Hayvanla aynı işi yapan insan da ondan bir bakıma daha aşağı düşer.
İşte hümanizm, “insanları bu düşüş ve çöküşten kurtarmaya çalışmak, onlara acımak ve imdatlarına koşmak” şeklinde anlaşılmalıdır.
Hayvanlar masum varlıklardır. Onlar kendi hevesleriyle hareket etmezler. Onların yaratılışlarında harama istek duyma yoktur. Üzerlerine düşmeyen işlere yönelmez, kendilerine takdir olunandan başkasını istemezler. Yaratılışlarına konulan cihazlarla görevlerini eksiksiz yerine getirirler. Bu ise onların ibadetleridir.
İnsanı alçaltan üç büyük sebep “küfür, şirk ve kötü ahlâk”tır. Bunların üçü de hayvanlar için söz konusu olmadığından bu yollara giren bir kişi hayvandan daha aşağı bir mertebeye düşmüş olur.
Hayat felsefelerini hayvanî zevklere bina eden kişiler, bu zevkleri dolu dolu tatmalarına karşılık insanlık yönünden çok ama çok boş kalmış olurlar.
Nefis, ahlâksızlıkla, sefahatle bir süre oyalansa bile kalp ve ruh bunlarla tatmin olmadığı için insanın önüne iki yol çıkıyor: Birisi tövbe ederek iman ve ahlâk çizgisine girmek; diğeri ise düşünmeden yaşamayı tercih etmek ve çareyi alkol ve sonunda uyuşturucuda bulmak.
Bazı Avrupa ülkelerinde sefahatin yol açtığı bunalımın boyutları o dereceye varmış ki, gençlere devletin açtığı özel kliniklerde uyuşturucu şırınga ediliyor. Bunun sebebini sorduğunuzda şu cevabı alıyorsunuz. Uyuşturucuya müptela olan bir genç bunu alacak parası olmadı mı akla gelen her çılgınlığı yapar, hırsızlığa da başvurur, yağmalamaya da. Bir de dozunu kaçırdığında daha ileri derecede uyuşturucu müptelası olur. Bunlara fırsat vermemek için bu işi devlet resmen icra ediyor.
Nefislerine uyarak bu çıkmaz sokağa girenler, dünyadan en ileri manada faydalandıklarını sanırlar. İnsanlık ve iman sahalarındaki bütün manevi lezzetleri, sefaları, zevkleri, feyizleri bir tarafa bırakır sadece madde, makam, yiyip içme ve eğlence ile kendilerini oyalarlar. Ömür sermayelerini en çirkef sahalarda kullanmakla düştükleri perişanlığın farkında bile değillerdir. Nefislerini kandırmak için bu tehlikeli yola cazip bir isim koyarlar: Dolu dolu yaşamak.
Elimizde dolu bir sürahi ve masamızda boş bir bardak bulunsun. Bardağımızı doldurmaya başladığımızda sürahi de boşalmaya başlar. Demek ki hem bardak hem de sürahi dolu kalamıyor.
Diyelim ki, hayatı dolu dolu yaşamak istiyoruz. Servetimiz yerinde. Kapımızda hizmetçilerimiz, yazlığımızda bekçilerimiz var. Bu insanların da hayatı dolu dolu yaşama hakları yok mu? Varsa onların da servetleri, köşkleri, yazlıkları, hizmetçileri ve bekçileri olmalı değil mi?
Bu sorular bizi şu gerçekle buluşturacaktır: Dünya rahat yeri değil, bir başka âlem için çalışma, orası için azık hazırlama, orası namına imtihanlar geçirme, gayret gösterme, ter dökme, acı çekme, üzülme diyarıdır. Bu noktada şu kısa dünya hayatındaki geçici lezzetlerin bir manası kalmıyor. Hizmetçimiz ve biz farklı sorular sorulmuş öğrencileri andırıyoruz. Önemli olan sonuçtur, imtihan edildiğimiz konular değil. Hizmetçimiz dürüst yaşar, helal kazanır, iman ve ahlâk dairesinde istikametli bir ömür geçirirse, ölümle başlayacak olan ebedî yolculuğu saadetle sonuçlanacak demektir. Bu adam dünya zevklerini çok fazla tatmamış, ama hayatı dolu dolu yaşamıştır.
Yine sürahi örneğimize dönelim. Bu defa karşımızda bir üniversite öğrencisi duruyor. Fakülteye yeni kaydolmuş. Önünde dört beş senelik bir dönem var. Hayatını dolu dolu yaşamak istiyor. Oyun, eğlence, zevk ve sefa ile geçiyor günler. Ötede başarı notlarında bir azalma görülüyor. Bardaklar doldukça sürahi boşalıyor. Ve sonunda geçiyor dört yıl. Dolu dolu geçen dört yıldan elde kalan boş bir sonuç: Diploma alan arkadaşlarını hüzünle seyretme...
İnsanın hayvanlık yönü ilerledikçe insanlık yönünde azalma oluyor. Nefis kabardıkça ruh zayıflıyor.
Manzara yine aynı: Bardak doldukça sürahi boşalıyor.
Ben bunları düşünürken içimden bir ses bana itiraz etti: Kalp ve ruhun zevk alması için mutlaka dünya lezzetlerinin terk edilmesi mi gerekiyor?
Bu soruya Nur Külliyatından aldığım iki ayrı ders birden cevap verdiler:
Helal dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir, harama girmeye hiç lüzum yoktur.
Namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır.
İnsan bu dünya nimetlerinden meşru dairede azami derecede istifade edebilir ve dolu bir hayat sürebilir. Başkasının hakkına tecavüz etmemek şartıyla dünyasını kendi helal kazancıyla huzur, refah ve rahat içinde geçirebilir. Demek oluyor ki, meşru dairede nefsimiz de, kalbimiz de zevklerini ve hazlarını dolu dolu alabilirler. Yani, helal dairesinde, hem sürahiyi hem de bardağı dolu tutmak mümkün.
Şu var ki, insanlar müstakil varlıklar değiller. Toplum içinde birlikte yaşıyorlar. Diğer insanların da dünya nimetlerinden faydalanmalarına çalışmak, onlara bu konuda yardımcı olmak bir insanlık borcumuzdur. Bu dünyada nefsî hazlarımızdan başkaları namına yaptığımız her fedakârlığı öte âlemde ebedî bir nimet olarak karşımızda bulacağız.
Kalp ve ruhun da kendilerine göre zevkleri, sefaları var. Onlar nefsinkinden çok daha ileri, çok daha ulvî.
Bir fakire sadaka verdiğimizde cebimizdeki parada azalma olur. Ama kalbimizde bir rahatlık, bir huzur hissederiz.
İlim sohbetinde geçen bir saat içinde aklımıza nice bilgiler, kalbimize nice feyizler akar. Bunlar ruhumuza mal olurlar ve bizi manen terakki ettirirler. Aynı saati nefsin hazlarına harcadığımızda ise akıl ve kalbin zararlarına karşılık nefsimiz birtakım fani zevkleri tadabilir. Şu var ki, o saat geçtikten sonra nefsin elinde o zevklerden bir eser kalmaz.
Ben bunları düşünürken birden İmam-ı Gazalî’nin yaklaşık 55 yıllık hayatına sığışmış şaheserleri hatırladım. Onlardan faydalanıp kalp ve ruhlarını inkişaf ettiren milyonlarca kişi, hayalimde canlandı. Bütün bunların bir kat sevabının da onun amel defterine geçtiğini düşündüm.
Ve “Gazalî, dolu dolu yaşamış” dedim kendi kendime.
Gazalî bir örnek. Asırlarına yön veren bütün büyük şahsiyetler hayatlarını hep dolu geçirmişlerdir.
Hayatın verimli geçmesi çok önemlidir. Verimsizlik boşluktur. Gel gör ki, nefsin de böyle boş bir hayat hoşuna gider. Ve kendini aldatmak için bu boşluğa tersinden bir isim takar: Dolu dolu yaşamak.
Şu da bir gerçek ki, herkesin dünya zevkleri yönünden hayatını dolu geçirmesine bu kısa ve meşakkatli hayat yolculuğu izin vermiyor:
Sürekli genç kalacaksınız; ihtiyarlık size hiç ilişmeyecek.
Daima zengin olacaksınız, hiçbir şeyin yokluğunu çekmeyeceksiniz.
Sıhhatiniz hiç bozulmayacak, hastalıklarla tanışmayacak ve buluşmayacaksınız.
Bütün yakınlarınız ve sevdikleriniz de sizin gibi olacaklar.
Ve en önemlisi önünüzde ölüm olmayacak. Gün, hep gündüz olacak; karanlık yüzü görmeyeceksiniz.
Bütün bunların mümkün olmadığı açık. Geriye bir yol kalıyor: Bunları düşünmeden yaşamak.
Düşünmemek, doluluk değil boşluktur.
Demek oluyor ki, zevk ve sefa yönünden dopdolu bir hayat sürmeyi bütün insanlığa mal olacak bir fikir olarak kabul etmek mümkün değil. Hayatın gerçekleri buna izin vermiyor.
Hastalıklar, musibetler, yoksulluklar, menfaat kavgaları, harpler, kıskançlıklar, gıybet ve iftiralarla dolu bir toplum hayatında herkesin huzurlu ve mesut olabileceğini söylemek mümkün değil.
O halde karşımıza şu gerçek çıkıyor: Gerçek saadet yeri burası değil. Herkesin dolu dolu yaşayacağı bir başka âleme gidiliyor. Orada huzur bozucu hiçbir şey yok. Hiçbir şeyin ne hasreti, ne de yokluğu çekilecek.
İşte, gerçek hümanizm, hayatı bu manada değerlendirip insanların o saadet diyarına varmaları için olanca gücüyle çalışmak, çabalamaktır. Yoksa, insan sevgisinin sadece sözünü edip, paylaşmayı bilmeden, başkalarına yardım elini uzatmadan yaşayanlar kendilerini aldatmaktan öte bir şey yapmış olmazlar.