Kâinat için birçok benzetmeler yapılmıştır. Bunlardan birisi de “teşhirgâh”tır. Teşhirgâh, sanat eserlerinin sergilendiği mekân demektir; bugünün tabiriyle “fuar”.
Sema, bu fuarın bir bölümü. Orada yıldızlar sergileniyor. Denizler ayrı bir bölüm, onda türlü türlü balıklar sergileniyor. Ormanlar daha başka bir bölüm; onda aslanlar, ceylanlar, bülbüller ve daha nice hayvanlar sergileniyor. Hepsi Allah’ın eseri. Bu teşhirgâhta sergilenen en büyük eser, en harika mahlûk insan. Onun harika yaratılışı Allah Kelamında mealen şöylece ifadesini bulmuş: “Şüphe yok ki, biz insanı ahsen-i takvimde (en güzel biçimde) yarattık.” (Tin, 4)
Allah her eserini sever ve bütün eserlerinin her türlü ihtiyacını karşılar. En güzel ve en mükemmel eseri insan olduğu için, Allah en fazla bu eserini sever. Onun çirkin ve basit işler yapmasına razı olmaz. Bu müstesna kuluna başkalarının zarar vermesini istemez.
İslâm’da kul hakkının özel bir yeri ve önemi vardır. Kul hakkını Allah affetmiyor. Bu hak ne tövbe ile ortadan kalkıyor, ne de şehitlikle. Kul hakkını ancak kul affedebiliyor. Bu ise insana verilen çok yüce bir derece değil midir?
İslâm’ın birçok hükümleri, deyiş yerindeyse kul hakkına endeksli. Yalan haram, çünkü yalan söyleyen kişi Allah’ın kullarını aldatmakta, onları zarara sokmaktadır. Varlıklı kişilerin muhtaçları sömürme mekanizması olan faiz de haram kılınmış. Bu yasakta da kullar gözetilmiş, bunun yerine ‘karz-ı hasen’ yani faizsiz borç verme sistemi teşvik edilmiş. Bu şekilde borç veren kişiden Allah razı oluyor. Çünkü Allah kullarını seviyor. Sevdiği kullarına faizle borç verilmesine razı değil.
Haset, suizan (kötü zan besleme), kötü lakap takmak da yasaklanmış. Böylece kulun manevi hukuku, şeref ve haysiyeti koruma altına alınmış.
Zekat farz kılınmış, sadaka teşvik edilmiş, fakir ve muhtaç kullar böylece zilletten ve perişanlıktan kurtarılmışlar.
İnsan Allah’ın en büyük eseri olması cihetiyle sevilmeye lâyık olduğu gibi, onun hakkına tecavüz eden kişi de sahipsiz ve müstakil bir varlığa değil; Allah’ın bir kuluna zulmetmekle kendisini ilâhî azaba hedef yapmış oluyor. Bu gerçeği unutmadığımızda hiçbir kula zarar veremeyiz; hümanizmin telkinlerine de hiç ihtiyacımız kalmaz.
Anne rahmine yeni düşen bir bebek adayı ve koyunun rahmine düşen bir kuzu adayı. İkisi de Allah’ın eseri, ikisine de hayat vermiş, göz vermiş, kulak vermiş... Gel gör ki, ‘arzın halifesi’ olmak şerefine lâyık görülen birinci misafir, ikincisini gerektiğinde kesip yeme yetkisine sahip... İnsanı bu kadar nazla besleyen, ona bu kadar yetki veren Allah, onun cennet ehli olması, azaptan uzak kalması için de peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiş ve ona iki dünya saadetinin yollarını göstermiş.
Nur Külliyatı’nda Besmele’nin sırları açıklanırken rahmete dikkatimiz çekilir. Bilindiği gibi Besmele’de üç ilâhî isim geçmektedir; “Allah, Rahman ve Rahîm”. Allah ismi Cenab-ı Hakkın zatına isim ve unvan olması cihetiyle bütün sıfatlara ve isimlere de delalet etmektedir. Bu isimden sonra gelen her iki ismin de rahmet ifade etmesi dikkate şayandır. Bunlar yerine, meselâ Aziz ve Cebbar, yahut Kadir ve Kahhar isimleri de gelebilirdi. Rahmet ifade eden bu iki ismin tahsisiyle Cenab-ı Hak kullarının nazarını rahmetine çeviriyor.
O Rahman ve Rahîm, rahmetle nazar ettiği kuluna iyilikle muamele edilmesini ister; gerçek hümanizm de kulları Allah için sevmek demektir. “Rabbiniz rahmet etmeyi nefsine (kendi üzerine) yazdı.” (En’am, 54) âyet-i kerimesi ve “Rahmetim gazabımı geçti.” hadis-i kudsîsi de bize aynı dersi veriyor, aynı hakikati bildiriyorlar.
İşte besmelenin üç sırrında da bu rahmete dikkat çekilmektedir: “Şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşahede rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcudatı ışıklandıran, bilbedahe yine rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyacat içinde yuvarlanan mahlukatı terbiye eden, bilbedahe yine rahmettir. Ve bir ağacın bütün heyetiyle meyvesine müteveccih olduğu gibi, bütün kâinatı insana müteveccih eden ve her tarafta ona baktıran ve muavenetine koşturan bilbedahe rahmettir. Ve bu hadsiz fezayı ve boş ve hâlî âlemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren, bilmüşahede rahmettir. Ve bu fâni insanı ebede namzed eden ve ezelî ve ebedî bir zâta muhatab ve dost yapan, bilbedahe rahmettir.” (Lem’alar, s.97)
Tüm bunlar dikkate alındığında insanları sevmenin bizzat Allah’ın istediği ve razı olduğu güzel bir ahlâk olduğu anlaşılır. Arşimed’in “Buldum! Buldum!” diye bağırması gibi, hümanistler de yeni bir şey ortaya koymuş gibi bağırmasınlar. Onlar zaten var olan fakat çok uzak kaldıkları bir hakikat güneşinden bir ışık yakalamış, onunla gözleri kamaşmış, ona hayran olmuş ve insanlık âlemine onu yeni bir şeymiş gibi takdim etmişlerdir.
Konuya bir de şu açıdan bakalım isterseniz, insan arıyı da sever koyunu da. Fakat bu iki sevgi arasında önemli bir fark vardır: İnsan koyunu her şeyiyle sever. Yününü de sever, etini de, sütünü de. Onun huyu gibi, sütü de güzeldir. Ama arının balı yanında iğnesi de vardır. İnsan, arıyı sever, ona kovanlar yapar, ama yanına yaklaşmak için özel elbiseler giyer.
İnsanın iyi tarafları yanında zararlı yönleri de vardır. Onu koyunları sever gibi bütün yönleriyle sevmemiz mümkün değil. Münazarattaki “Bir adam zatı için sevilmez, belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir.” ifadesi muhtemelen buna işaret etmektedir.
Öyleyse insanları sevmenin ve sevdirmenin tek yolu “onları sevilecek sıfatlarla donatmaktan” geçiyor. Öte yandan, onları kötü sıfatlardan da uzak tutmak gerekiyor.
Güzel ahlâk sahibi, yani alçakgönüllü, iyiliksever, çalışkan, dürüst insanları herkes sever. Kibirli, sahtekâr, egoist, yalancı insanlardan ise kimse hoşlanmaz. İnsanı yaratan ve onu ahiret yurdu için bir imtihana tâbi kılan Allah, bütün güzel sıfatları peygamberlerinde toplamış ve onları insanlık âlemine örnek olarak göndermiştir.
Bu hak elçilerini örnek almayıp nefislerine esir ve menfaatlerine köle olmuş insanları sevmemiz mümkün mü? Gençlerimizi inançsız ve ahlâksız yapmak için akıl almaz yollara başvuran ifsat komitelerini sevmemiz mümkün mü? Nefsinin beş kuruşluk menfaati için vatanına ve milletine olmadık zararlar veren hain ruhluları sevmemiz mümkün mü? İnsanları birbirine vurduran silah kaçakçılarını, düşünme mekanizmalarını alt üst eden eroin imalatçılarını sevmemiz mümkün mü? Yaşlı-çocuk, suçlu-masum, genç-ihtiyar ayırımı yapmadan bir topluluğu toptan imha eden canlı bombaları sevmemiz mümkün mü?
İslâm’da sevme konusunda ırk ayırımı yapılmıyor; bütün müminler kardeş kabul ediliyor. Acıma, şefkat etme ve hidayetlerine koşma konularında da din ayırımı yapılmıyor.
Peygamber efendimizin müşriklere acıması, hidayete gelmiyorlar diye son derece üzülmesi, bu konuda kendisini teselli için âyet nazil olması hümanistlerin hayal dahi edemeyecekleri engin bir şefkat örneğidir.
Sonuç olarak hümanistler için iki şıktan başka bir yol görünmüyor: Ya Hakk elçilerini kabul edecekler, ya da dinin yerini tutacak bir ahlâk modeli geliştirecekler. Bunu kanunla yahut cebirle yapamazlar. Gelişmiş ülkelerdeki ahlâk çöküntüsü, uyuşturucu iptilâsı, boşanma oranlarındaki tırmanış, aile hayatının çözülüşü bunun açık delilidir.
Eşine insanca davranmayı başaramayan ve çareyi mahkeme kapılarında arayan kişilerin başkalarına hümanizm konusunda verecek nesi olabilir ki?