İdeolojilerini “insan ve insan tabiatı” üzerine kurduklarını söyleyen hümanistlerin, öncelikle insan mahiyetini çok iyi bilmeleri ve doğru değerlendirmeleri gerekir.
Nur Külliyatı’nda insanın üç temel özelliği “acz, fakr ve naks (noksanlık ve kusur)” olarak nazara verilir. İnsan bu üç sahada da sonsuza ulaşmış durumda. Yani aczi de, fakrı da, naksı da sonsuz. İnsan bu yaratılışıyla Allah’ın sonsuz kudretine, sonsuz zenginliğine ve yine sonsuz kemaline ayna olmaktadır.
İnsan her şeye muhtaçtır ve bunların hiçbirini yapacak güçte değildir. Göze muhtaç olduğu gibi güneşe de muhtaçtır. Bunların her ikisi de Allah’ın kudretiyle icat edilirler. Ciğere muhtaç olduğu gibi havaya da muhtaçtır. Bunlar da yine o ilahi kudretle yaratılmışlardır.
Her vicdan bunun farkındadır ve bütün ihtiyaçlarını sonsuz kudretiyle gören birinin varlığını bilmekle rahat eder. İnsan aklı o sonsuz kudret ve rahmet sahibinin kim olduğunu, sıfatlarını, isimlerini, İlâhî rehberler olmaksızın, tek başına idrak edemese bile her vicdan Onun varlığını bilir.
“Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i mâneviyesinde nihayetsiz azim bir acz ve hadsiz cesim bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerîm bir Zâtın hadsiz tecelliyâtına câmi geniş bir âyine olsun.” — Sözler
“Her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîm’in barigâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.” — Sözler
Acz kudretin zıddıdır; fakr ise zenginliğin, naks da kemalin zıddıdırlar. Şunu önemle ifade edelim: Her kusur ve her günah bir noksanlıktır; ama her noksanlık günah değildir.
İnsanın bir noksanı, yahut kusuru yorulmaktır. Bir diğeri unutmak, bir başkası, bir anda iki şey düşünememek, iki yöne bakamamak, iki şey irade edememektir. Allah’ın bütün sıfatları ve isimleri sonsuz kemaldedir. Yorulmaktan, unutmaktan münezzehtir. Sonsuz işleri birlikte ve karıştırmaksızın icra eder. İşte bu kemal bizim imdadımıza yetişmiş ve vücudumuzdaki sonsuz denecek kadar çok fonksiyon, irademiz ve kudretimiz dışında, en mükemmel şekilde yürümüş, yürütülmüştür.
İnsan bir anda iki harf yazamazken bedenindeki yüz trilyona yakın hücrede nice işler beraber görülür. İnsan, bütün bu faaliyetleri kendisinin yapmadığını çok iyi bilir. Atomların ve hücrelerin de bu faaliyetlerden çıkacak sonuçları düşünüp planlamaktan uzak olduklarının şuurundadır. Buna rağmen, insanı “kendi gücü ve iradesiyle her şey yapabilecek ve dine muhtaç olmayan bir varlık” diye takdim etmenin gülünçlüğü açıkça görülmüyor mu?
İnanan bir insan, bütün bir kâinatı onun hizmetine veren İlâhî kudreti hayretle düşünür; her türlü ihtiyacını yerine getiren o rahmet sahibine kalbi sonsuz bir minnet ve şükürle dolar ve ibadet görevini severek yapar. Sonra kendisine ihsan edilen akıl nimetini yerinde kullanarak dünyadan da azami derecede istifade eder, hayatını daha rahat ve huzurla geçirir.
Huzur, refah ve saadet dinin yasakladığı şeyler değiller ki, hümanizm bunları sağlayacak bir alternatif gibi takdim edilsin. Burada hak dinle batıl dinleri birbirinden ayırt etmek gerekir. Batıl dinlerin de alternatifi, hümanizm değil hak dindir.
“İnsanın vazife-i asliyesi,...., acz ve fakr ve kusurunu ubûdiyet suretinde ilân etmek ve küllî nazariyle mevcudatın tesbihatlarını müşahede ederek şehadet etmek ve nimetler içinde imdâdât-ı Rahmaniyeyi görüp şükretmek ve masnuatta kudret-i Rabbâniyenin mucizatını temâşa ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir.” — Sözler
İşte gerçek hümanizm, insanı bu vazifelere sevk ederek onu “düşünen ve şükreden bir kul” olmaya yönlendirmektir.
Gelelim madalyonun diğer yüzüne:
Bütün insanların her türlü ihtiyaçlarını karşılasak ve aralarında tam bir sevgi ve güven tesis etsek bile bu hal kalıcı olmuyor. Dünya dönüyor, hayat bir kararda durmuyor. Hastalık, ihtiyarlık ve ölüm önümüzde bekleyen üç menzil. Ve ölüm ötesi: Kabir, mahşer ve ahiret...
Hak din Allah’ın nizamı ve hak kitap Allah’ın fermanıdır. Ve dinde gaye insana Rabbini tanıtmak, Onun razı olduğu bir kul olmanın yollarını göstermek ve insanı bu fani dünyadan sonra ebedi bir saadete ulaştırmaktır. İnsana yapılacak en büyük yardım, ona bu doğru yolu göstermek ve bu saadet anahtarını sunmaktır. Buna göre hümanizm denilince bir saadet hareketi ve peygamber denilince de bu hareketin önderleri, yol göstericileri akla gelmelidir.
Hümanistler insanın şu özelliğini de önemle dikkate almalıdırlar:
İnsanı, diğer canlı ve cansız varlıklardan ayıran en büyük özelliği akıllı ve iradeli olması, bunları kullanma hürriyetine de sahip bulunmasıdır.
“İnsan, hikmet ile yapılmış bir masnudur. ..... Öyle bir fiilin mahsulüdür ki, istidadı irade ettiği şeyi kendisine veriyor.” — Mesnevî-i Nuriye
Bir ağaç düşünelim. İrade sahibi olsun. Dilerse elma versin, dilerse armut. İsterse kavak olsun isterse söğüt.
Yine bir hayvan düşünelim. Diğer hayvanların bütün özelliklerini taşıma kabiliyetine sahip bulunsun. İsterse bülbül gibi ötsün, isterse aslan gibi kükresin. Keyfi isterse ağ örebilsin, arzu ederse bal yapabilsin.
İşte istidadı akıl almaz derecede zengin olan bu varlık insandır. Neyi irade etse, o istidat ile yapabilmektedir. Dilediği mesleği seçebilen ve istediği ideolojiyi benimseyen, hak yola da batıl yollara da girebilen bu insan, şu kısa dünya hayatında kendisine imtihan gereği tanınan bu fırsatı iyi değerlendirmek mecburiyetindedir.
Bir derece açıklamaya çalıştığımız vecizenin devamında şu önemli noktaya dikkat çekiliyor:
“Öyle bir kaderin tersim ettiği bir surettir ki, bünyesine lâzım ve münasib şeyleri bilir. Bu malûmat ile her şeyin mâliki olan Mâlik’inden nasıl tegafül eder.” — Mesnevi-i Nuriye
Bu mükemmel yaratılışımıza iyice şükretmek için çevremizdeki canlıları şöyle bir düşünelim: Mesela, koyun bir bakıma kendinden habersizdir. Midesi olduğunu bilmez. Yediği otun midesine gittiğini ve orada hazmedildiğini de bilmez. Ciğerlerinden habersizdir; nefes alırken ne yaptığının farkında değildir. Kışın, ağılında samanını yerken, önünde bir bahar mevsimi olduğundan, birkaç ay sonra yeşil çimenlere kavuşacağından da haberi yoktur. Çok sade bir hayat sürmektedir. Çok şeyi bilmekten uzak, dertsiz, tasasız fakat çok basit bir hayat.
Fakat insan öyle değil. Bütün organlarını, onların ihtiyaçlarını, dertlerini ve çarelerini biliyor. Bu bilgiden nice ilim dalları ve iş sahaları doğuyor. O, bedeninin bütün bir kâinatla sarılı olduğunun farkındadır. Güneşin, Ayın görevlerini bilir. Dünyanın dönmesinin, mevsimlerin değişmesinin şuurundadır. İşte bu yaratılış onu “her şeyin maliki olan Malik’ini” tanımaya, ona inanmaya ve emri dairesinde hareket etmeye götürür ve götürmelidir.
İnsanın irade sahibi olması, kendini ve içinde yaşadığı âlemi tanıması gösteriyor ki, insan bu dünyada bir imtihan geçirmektedir. Hayrı da şerri de işlemeye kabiliyeti vardır. Böylece cennet ve cehennemden her ikisine de aday kılınmıştır.
Bu noktada Nur Külliyatında son derece önemli bir tespit yer alıyor:
“İnsandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gazabiye, kuvve-i akliye Sâni’ tarafından tahdid edilmediğinden ve insanın cüz’-i ihtiyarîsiyle terakkisini temin etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muamelâtta zulüm ve tecavüzler vukua gelir.” — İşârât-ül İcaz
Kuvve-i şeheviye, menfaatleri celbetme kuvvesidir. İnsan nefsi ne servet ne de makam konusunda doymak bilmez.
Gazap kuvvesi, insanın zararlardan korunma kuvvesidir. Bu kuvveyi ölçüsüz kullananlar, başkalarının hakkına, hukukuna, malına, canına tecavüz ederek zalim olurlar. Kestiği başlarla kaleler yapan zalimler bu kuvvenin doymak bilmezliğini sergilerler.
Akıl kuvvesi de, ne kadar ilim tahsil etse doydum demez.
İşte insanın dünya saadeti gibi ahiret saadeti de bu kuvvelerin istikamet üzere çalışmalarına bağlıdır. Her türlü aşırılık zarar getirir. Herkesin kendi menfaati peşinde koştuğu, birbirinin elindekini kapma yarışına girdiği bir toplumda insan sevgisi yok demektir. Böyle bir toplumda fertler, “Komşusu aç iken kendi tok olan bizden değildir.” hadisinin verdiği şefkat ve merhamet ruhunun çok ötesinde kalmışlardır. Böyle kişilere yapılacak hümanizm telkinleri havada kalmaya mahkumdur. Bunlar ancak çok sıkı kanunî tedbirlerle zarardan men edilebilirler.
Kanunların iyi işlediği, yasakların ceza mekanizmasıyla en mükemmel şekilde önlendiği sistemlerde bile şu nokta boşlukta kalıyor. İnsan başkalarına zarar vermekten men edilse bile, yasaklara uymakla kalbinde diğer insanlara karşı bir sevgi hasıl olmuyor. Fırsatını yakalasa onlara zarar vermekten geri kalmıyor.
Hak dinin kalplere yerleşmesiyle yasaklar ikinci bir isim daha alıyorlar: Haram. Mesela, hırsızlık yapmak, içki içmek, kumar oynamak hem yasaktır, hem haram.
İnsan nefsi bunlara meylettiği zaman, kanunların ötesinde iki yasakçı birden karşısına çıkıyor. Birisi “bu fiillerden Rabbinin razı olmadığı” konusunda vicdanın insanı zorlaması.
İnsan, kendisini varlıklar içinde en yüksek bir makama getiren, yeryüzüne halife yapan, bütün kâinatı onun hizmetine koşturan Rabbine karşı nasıl olur da isyan eder! İşte insan vicdanı bu noktada nefisle mücadeleye girer ve onu isyandan uzaklaştırmaya çalışır. İkinci yasakçı ise yapacağı işin cehennem gibi dehşetli bir azabı netice vereceğini düşünmesidir.
Kul hakkına her türlü tecavüz hem yasaktır, hem de haram. Hatta, kanunen yasak olmayan nice haramlar vardır ki toplumun düzeninde büyük rol oynarlar. Mesela, gıybet yasak değildir, ama haramdır. Kişilerin, bu İlâhî yasağa uyarak birbirlerinin gıyabında onları üzecek ve rencide edecek sözler söylemekten sakınmalarıyla insanın şeref ve haysiyeti en ileri derecede korunmuş olur.
Bu ise hümanizmin en ileri bir hedefi değil midir?