TR EN

Dil Seçin

Ara

Acıyayım Derken… / Hümanizm Üzerine - 4

Hümanizmi yanlış anlayanlarda baş gösteren çok tehlikeli bir manevî hastalık var: İlâhî adalete itiraz etmek.

İnsanoğlu o sınırlı aklıyla sonsuz kemalde olan İlahî sıfatları tam mânâsıyla idrak etmekten çok uzaktır. Sonsuz aciz olan insanın, sonsuz bir kudreti kavraması elbette mümkün değildir. Akıl, ancak bu kudretin varlığını tasdik eder ve icraatlarına hayran olur.

Aynı şekilde, bilmedikleri sonsuz denecek kadar çok olan insanoğlunun, Allah’ın sonsuz ilmini ve hikmetini kavraması da imkân haricidir.

Şu var ki, sonsuz kudret tecellilerini hayretle seyreden insanın, aynı tavrını sonsuz ilim ve hikmet karşısında da göstermesi gerekirken bunu birçok kişinin başaramadığı görülür. Araya nefis girer, hissiyat girer, bilgi eksikliği ve aklın zafiyeti girer. Ve insan, hikmetini anlayamadığı İlâhî icraatlar karşısında teslim ve tevekkül yerine itiraz ve isyan yoluna girebilir.

Allah insana bir irade sıfata vermiş ve dünya imtihanının bir gereği olarak, onu dilediği yola gitmekte serbest bırakmıştır. İrademiz, Allah’ın irade sıfatını bilip ona iman etmekte bizim için çok önemli bir sermayedir. Onu doğru kullandığımızda vicdanımız bize şu gerçeği haykırır: Sana bu serbestiyi veren Allah, elbette dilediğini icat ve istediğini icra edecektir.

Burada önemli bir kaideyi hatırlayalım: Bir şey sabit olsa levazımıyla (lazımlarıyla) sabit olur.

“Güneş” dendi mi, ışığı, ısısı ve ışığındaki yedi rengi birlikte hatıra gelir. Bunlar güneşten ayrı düşünülemez. Öte yandan, “insan ruhu” dendi mi, aklı, hayali, hafızayı ve bütün hisleri birlikte düşünmek gerekir. Bunlardan hiçbiri ruhtan ayrı olarak tek başına ve müstakil bir varlık olarak değerlendirilemez.

İman da böyledir. İman eden insan, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını kalben kabullenmiş ve lisanıyla da bunu ikrar etmiş demektir. O halde, Allah’ın irade sıfatı düşünüldüğünde O’nun Alîm, Hakîm ve Âdil gibi isimleri de nazara alınacaktır. İrade sıfatını tek başına düşündüğümüzde hatalı hükümler vermemiz kaçınılmaz olur. 

Allah irade sahibidir; dilediğini dilediği gibi, dilediği zamanda ve mekânda, dilediği özellikte yaratır. Dilediği kulunu, yine dilediği şartlar altında imtihana tabi tutar. Dilediğini aziz, dilediğini zelil eder. Yine dilediğine hidayet nasip eder, dilediğini de dalalette bırakır.

Bütün bunlar, irade sıfatının gereğidir. Başka bir ifadeyle, bunlar irade sıfatının tarif cümlesindendir. Şu var ki, Allah Âdil’dir de. O halde O’nun dilemeleri adalet üzere olur. Allah Hakîm’dir; öyleyse hikmetsiz bir şey dilemez. Allah Alîm’dir ve “Hidayete erecekleri O daha iyi bilir.” (Kasas Suresi, 56)

Bu konuda önemle dikkate alınması gereken bir başka gerçek:

“Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez.” (Sözler)

Kendisine acıyıp yardım ettiğimiz birisi bize karşı nezaket dışı davransa ve küstahlık etse merhamet hislerimiz bir anda söner, vazife görmez olur. Kendisine haddini bildirir ve yanımızdan kovarız.

Niçin?

Çünkü bizim her şeyimiz gibi merhamet duygumuz da mahduttur; belli bir sınıra kadar vazife görür.

Allah ise kendisine isyan eden, bununla da kalmayıp diğer insanları küfür ve dalalet yoluna çekmek için olanca gücüyle çalışan bir kulunu bile her gece uyutur, her sabah uyandırır. Ona aralıksız nefes aldırır, kanını her zaman temizler. Onu dünyasından gezdirir, güneşiyle aydınlatır, nimetleriyle besler.

Çünkü o, O’nun kuludur. Onu her şeyiyle O yaratmıştır. Peygamber göndererek, kitap inzal ederek o kulunu kurtarmak dilemiştir. Onun vicdanına iyiyi kötüden ayırt etme kabiliyeti vermiş, böylece onu iyiliğe sevk etmiştir. O halde biz Allah’ın bir kuluna O’ndan daha merhametli olamayız. Kaldı ki, “kimseye kıl kadar zulmedilmeyeceğini” de açıkça haber vermiştir. Buna göre bize düşen görev, İlâhî adalet hakkında nefsimizin ve şeytanın ortaya attığı desise ve vesveselere uymak yerine, insanlara elimizden geldiği kadar faydalı olmaya çalışmaktır. Kullarına son derece merhametli olan Rabbimizin böyle bir gayretten razı olacağı muhakkaktır. Öte yandan O’nun adaletine itiraz etmekle hiç kimseye bir fayda sağlayamayacağımız da aynı derecede kesindir. O halde, İlâhî adalet hakkında ileri geri konuşmayı bırakıp, insanların hidayete ermeleri için gayret göstermek tek çıkar yoldur.

Bu çetin fakat faydalı yola girmeyip kolay olan tenkit ve itiraz yolunu tutanları şöyle bir tehlike bekler: Bunlar insanlara güya acıyıp onların işledikleri her türlü günah ve isyanın cehennemle sonuçlanmasına karşı çıkarken, bilerek veya bilmeyerek kendi günahlarına da bir özür bulma çabası içine girerler. Her türlü isyanı rahatlıkla işlemeye başlarlar. Bu ise sonu felaket olan tehlikeli bir yoldur.

Demek ki insan, insan sevgisini yanlış kullanmakla da kendisini mânen tehlikeye atabiliyor. Başkasını koruyayım derken, kendini mahvedebiliyor. Karşıdaki şahsa da hiçbir faydası dokunmuyor.

Bu kimse, günahkâr insanların cehenneme gitmelerine cidden acıyorsa, bu konuda samimi ise, onları bahane edip kendi günahlarına özür aramıyorsa İslâm’ın bu konudaki yaklaşımını dikkate alarak ferahlayabilir, yersiz acılardan bir derece kurtulur.

Bu konuda sadece iki âyet meali vermek yeter sanırım.

“Allah hiçbir nefse gücünün ötesinde yük yüklemez.” (Bakara Suresi, 286)

“Biz elçi gönderinceye kadar azap da etmeyiz.” (İsrâ Suresi, 15)

Bu ikinci ayet, ‘fetretle’ ilgilidir. Hazreti İsa (as) ile Peygamberimiz (asm) arasında geçen ve çoğu insanın dini öğrenmekten mahrum kaldığı bu dönem hakkında itikat imamları iki ayrı görüş savunurlar. Birine göre ayette geçen ‘resulden’ maksat akıldır. Allah akıl vermediği kimseyi sorumlu tutmaz. Akıl verdiği kimseler, kendilerinin bir yaratıcısı olduğunu anlayacak güçtedirler. Ayrıca, iyiyi kötüden fark etme yeteneğine de sahiptirler. Ancak bunlar ibadet ve onun teferruatını bilme gücüne sahip olmadıklarından sadece Allah’ı bilmekten ve aklın rahatlıkla anladığı iyilikleri işlemekten ve kötülüklerden sakınmaktan sorumludurlar. Mesela, her akıl sahibi başkasının malını çalmanın yanlış olduğunu bilir. O halde fetret dönemindeki bir kişi de hırsızlık yapmaktan sorumludur. Ama bu kişi namazı, orucu, haccı ve diğer İslâmî hükümleri aklıyla bilemeyeceğinden bunlardan sorumlu tutulmaz.

Diğer görüş sahipleri ise ayette geçen ‘resul’ kelimesini ‘peygamber’ olarak anlarlar. Bunlara göre, kendilerine peygamber gelmeyen kişi, puta da tapsa ehl-i necattır, yani cehennem azabından kurtulur.

Her iki itikat mezhebi de haktır. Müslümanların bir kısmı birini, bir kısmı da diğerini tercih etmişlerdir. Her iki mezhep de “Allah’ın hiçbir nefse gücünün yetmediğini yüklemeyeceğini” bildiren birinci âyeti açıklarken aklı da bir ‘nefis’ olarak kabul eder, ona da gücünü aşan bir yükün yüklenmeyeceğinde ittifak ederler. Ancak akıl neye güç yetirir, neye yetirmez? konusunda ihtilafa düşerler. Doğrusunu Allah bilir.

Bu konuda, Nur Müellifi Bediüzzaman’ın hassas kalpleri rahatlatan ve ıstıraptan kurtaran bir mektubu var. Bir kısmını aktarmak isterim:

“Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber manevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden bîçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki: Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye, masumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.

Üç-dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiç bir haberim yokken Avrupa’da Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O manevî ihtarın beyan ettiği taksimat, bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:

O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı manevîyeleri, o musibeti hiçe indirir.

On beşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür; belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedi’ye (asm) bir Iâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa’nın (as) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (as) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaîfler, müstebid büyük zalimlerin cebr ü şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet, onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalaletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikattan haber aldım. Cenab-ı Erhamürrâhimîn’e hadsiz şükrettim. Ve o elim elem-i şefkatten teselli buldum.”

Ne acıdır ki, şefkatle yanan gönüllere su serpen bu mektup bazılarınca tenkit konusu olmuş. Bu kişilere iki hususu hatırlatmak gerekiyor:

Birincisi; yukarıda mealini verdiğimiz ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı gibi İslâm’ın bir çok hükümleri şarta bağlıdır. Mesela, zekât farzdır ama zengin olmak şartıyla.

Bu mektubunda Üstad Bediüzzaman, sözünü ettiği kişilerin içinde bulundukları şartların ‘fetret’ hükmünde olduğunu, bunların İslâm’ı incelemeye ve onu hakkıyla tanımamaya güç yetiremeyecekleri bir ortamda bulunduklarını nazara veriyor. Dolayısıyla bu kişilerin “kendilerine elçi gönderilmemiş kişiler” gibi olduklarından hareketle söz konusu hükme varıyor. Ve bu ifadelerinin sonunu ilginç bir şekilde bağlıyor: “Hakikatten haber aldım.”

Buna karşı çıkan şahsın yapacağı tek şey, bu hakikatin zıddını ispat etmek, yani sözü edilen zümrenin İslâm’ı tanımaya güç yetirebilecek durumda olduklarını ve kendilerine İslâm’ın ve imanın ulaştırıldığını delilleriyle ortaya koymaktan ibarettir. Bunu yapmayıp itirazlarda ve ithamlarda bulunmak, su-i zan, gıybet ve iftira yolunu tutmak, iddia sahibini mânen sorumlu kılar.

İkinci nokta ise şudur:

İslâm’da şefkat ve merhamet esastır. İnançsızları, müşrikleri ve ahlâksızları doğru yola çekmek için bütün güçleriyle çalışan ve bu uğurda her türlü sıkıntıya göğüs geren, işkencelere katlanan başta peygamberler ve onların izinde giden önder şahsiyetler bize bu dersi verirler.

O halde insanların cehenneme gitmelerini istemek İslâm’ın yolu değildir. Gönlümüz bunun aksine yönelmeli ve onlara hakikati ulaştırma gayretimiz o kişilerin ölümü tatmalarına kadar devam etmelidir. Onlar bütün ikazlarımıza kulaklarını tıkar ve imansız göçerek cehennem ehli olmayı hak ederlerse, bu kişilere artık merhamet edilemez.

O noktaya kadar yapılacak çok işimiz vardır. Biz bunun hesabını yapmalı ve bunun gayreti içinde olmalıyız.