İnsanlığın bittiği yer
Yine Ortadoğu... Yine kan... Her tarafta kan ve yıkım... Ve yine İsrail!
Şehirlerin, insanların üzerine bombalar yağıyor. Kaçabilenler kaçıyor, kaçamayanlar bombalara yakalanıyor. İsrail, önce şehri boşaltın, sizin gitmenize izin veriyoruz diyor. Sonra da yollarda gördüğü her hareketlinin üzerine kan bulaştırıyor. Kalleşçe, haince...
Bu bir savaş değil, bir yıkım! İnsanlığın bittiği an! Neden mi? Savaşların bile bir namusu olur çünkü. Savaş askerler arasında yapılır, Lübnan ve Filistin’de olan ise, toprak üzerinde nefes alan her insan hedef alınıyor. Hem de kim tarafından? Kendisine soykırım uygulandığı için on yıllarca bas bas bağıran İsrail tarafından!
Bu garip çelişkiyi belki de en iyi dünyaca ünlü sosyolog Edgar Morin ve Avrupa Parlamentosu milletvekili Samir Nair ve yazar Daniele Sallenave’nin 2002 yılında Le Mond Gazetesi’nde ortaklaşa yazdıkları yazı anlatıyor. Şöyle demişler: “İnsanlık tarihinde en fazla zulüm gören bir halktan gelen, yerinden yurdundan edilmişlerden oluşan bir ulusun, iki kuşak sonra, tahakkümcü, kendinden emin ve, hayran kalınması gereken bir azınlık hariç, kendini beğenmiş ve aşağılamaktan haz duyan bir halka dönüşmüş olmasını anlamakta zorluk çekiyoruz (...) Adına getto denen bir apartheid’ın mağdurlarının çocukları olan İsrail Yahudileri, Filistinlileri gettolaştırıyorlar. Geçmişte hor görülen, küçük düşürülen, eziyet edilen Yahudiler, Filistinlileri hor görüyor, küçük düşürüyor ve onlara eziyet ediyor.”
Yahudi eziyeti bugün Lübnan’ı da içine aldı. Yarın kimbilir kimlere dokunacak?
Bu madalyonun bir tarafı. Bir de diğer tarafı var ki, asıl vahim nokta orası. Medyayı takip edenler görmüşlerdir, fanatik Yahudiler, askerler uçaklara bomba yüklerken, saatlerce hummalı bir şekilde dua okuyorlar. Sanki üstlerine bomba yağanlar Lübnanlılar değil kendileri de, Allah’tan yardım diliyorlar. Hatta ilkokul çocuklarını bombaların yanına götürüp, isimlerini, imzalarını attırıyorlar. Sanki bombaların üzerlerini imzalatmıyorlar da, çocuklara müze gezdiriyorlar. İşte insanlığın bittiği yer Lübnan topraklarından önce burası! İnsanlık önce burada bitiyor. Gerisi ruhun dışa yansımasından başka bir şey değil.
Allahım! İsrailoğulları’nın şerrinin bir an önce son bulmasını nasip et! İnananları koru! İsrailoğullarının yenilgisiyle sonuçlanacağını vaad ettiğin savaşa kadar bize dayanma gücü ver.
(Yahudilerin nasıl bu kadar insanlık dışı bir noktaya kaydıklarını merak edenler, dergimizin Şubat sayısındaki Rabbimizin bizzat İşaya Aleyhisselâm’m dilinden İsrailoğulları’na hitap ettiği ve onların nefislerine uyup insanlık dışı bir noktaya nasıl kaydıklarını ve daha birçok bilinmeyen noktayı izah buyurduğu “Ve Allah İsrailoğulları’na Dedi ki” yazısına www.zaferdergisi.com adresinden bakabilir.)
***
1000 yıllık kitap: PSMAL 83
Bir gazetenin orta sayfalarının birinin kenarında ufacık bir haber: “İrlanda’da bir inşaat işçisi, mucize eseri bataklığın içinden bin yıllık bir kitap buldu.”
Bin yıllık bir kitabın bataklıkta bozulmadan kalmış olması bir mucize olduğu gibi, haberin devamı daha da mucizevi: “İrlandalı arkeologlar bulunan kitabın antik bir ilâhî kitabı olduğunu ve bulunduğu sırada açık olan sayfasında Latince el yazısıyla yazılmış ‘Psalm 83’ adlı ilahide diğer milletlerin İsrail’i Allah’a şikâyet ettiğini belirtiyor.”
MS 800-1000 yıllarından kaldığı tahmin edilen 20 sayfalık kitabın tam da İsrail-Hizbullah arasındaki savaş sürerken böyle bir mesaj vermesi, mucize değil de nedir? Tabii, anlayana…
***
Çocuğun dini olmaz mı?
“Bu soru da nereden çıktı?” diye merak ediyorsanız, arz edeyim efendim. Bir gazetenin 25 Temmuz 2006 tarihli gençlere yönelik çıkarttığı ekinde bir yazının başlığı “Çocukların dini olur mu?” şeklindeydi. Biz de bu konuyu ele alalım dedik.
Efendim, bahse konu olan yazısında Elif Türkölmez “Çocukların zihinlerinin nasıl işlediğini az çok bilen herkes, onlar için dinle ilgili konuların ne kadar sıkıcı ve hatta korkutucu olduğunu bilir.” diyor. Ve ekliyor: “Yaz tatilinde camiye birkaç dua öğrensin diye gönderilen çocukların aslında eğlenmeye gittiklerini, caminin şadırvanında abdest alırken birbirlerine su atarak şakalaştıklarını gören herkes anlar.”
Sondan başlayalım.
Yaz tatilinde camiye giden çocuklardan Elif Hanım’ın sandığı gibi bir yetişkin mü’min şuuruyla hareket etmesini bekleyen de yok zaten. Psikolojiyle bu kadar ilgilendiğine göre Elif Hanım da bilir; bu yaş çocukları taklit, uygulama ve tekrar yoluyla öğrenirler en çok. Ahlâklarının ve inançlarının temeli bu şekilde oluşur. Caminin şadırvanında abdest alırken birbirlerine su atarak şakalaşmaları da, dinen hiç sorun değil. Hatta çocukların abdest almaya alıştığı bir sırada böyle şakalaşarak mutlu olmaları, dindar bir müslümanı mutlu bile eder. Çünkü çocuklar abdesti zevkle öğrenmektedirler. Kaldı ki, bu çocuklar Elif Hanım belirtmemiş ama, camiye birkaç dua öğrensin diye gönderilirler, ama pek çok duanın yanı sıra namaz kılmayı, Kur’ân okumayı ve faydalı imanî bilgileri de öğrenip gelirler. Bu da onların sonraki dinî hayatları için önemli bir temel yerine geçer.
Dinî konuların sıkıcı ve korkutucu oluşuna gelince, bu esasen eğitim metoduyla ilgili bir şey. Ona kalırsa, pek çok çocuk okuldaki pek çok derste de sıkılır, hatta öğretmenin tavırları yüzünden korkar da. Bu, dinle ilgili bir mesele değil yani. Onun nasıl anlaşıldığı ve nasıl öğretildiğiyle ilgili. Diğer taraftan, bu konuda belli iyileştirmelerin yapılması herkesin ortak kanaati. Ama bu şikâyet ederek veya dini kötüleyerek olmaz ki. Dinin çocuklarımıza daha doğru nasıl öğretileceğinin ortaya konmasıyla olur.
Çocuklar ile dinin birbiriyle alâkasız şeyler olduğu iddiasına gelince, en büyük garabet de burada. Elif Hanım gibiler, din deyince sadece din dersi, Kur’ân ve şadırvanda abdest alan çocukları anlıyorlar. Dini bu şekilde sosyolojik bir hadise gibi kabul edince de, “çocuklar din dersi almasa da, abdest almasa da olur” diye bir mantık türeyiveriyor.
Efendim, din bundan ibaret değil ki! Din bir insanın tüm hayatını kuşatan, tüm insanların hayatını kuşatan, sadece bu hayatı değil, ahireti de kapsayan insanın aklının alabileceği ‘en geniş daire’yi temsil ediyor. O dairenin içinde herkes ve her şey var. Gördüklerimiz ve görmediklerimiz var. Pek tabii, çocuklar da var. Onların psikososyal gelişimleri de var. Bu psikososyal gelişim de, çocuklara belli kritik evrelerde bir şeylerin öğretilmesini gerekli kılıyor.
Bu açıdan bakıldığında din eğitimi, büyümekte olan bir ağacın ihtiyaç duyduğu su gibidir. Dinle ilgisi ancak sosyoloji düzeyinde olan birileri “Çocuklar on beş yaşından sonra dinini öğrensin.” diyor. “Sen bekle on beş yaşından sonra ben sana su vereceğim.” denir mi bir ağaca?
***
“Çocuklara yetişkin muamelesi yapınız, fakat onlardan yetişkin gibi davranmalarını beklemeyiniz.”
— R. Rowel Dawee’nin bu sözünden dört tür eğitici olduğu anlaşılıyor:
- Çocuklara yetişkin muamelesi yapmayıp yetişkin tavrı beklemeyenler,
- Yetişkin muamelesi yapıp, yetişkin tavrı bekleyenler,
- Yetişkin muamelesi yapmayıp yetişkin tavrı bekleyenler,
- Yetişkin muamelesi yapmayıp yetişkin tavrı beklemeyenler.
Herhalde en kötüsü, üçüncü grup olmalı.
***
‘Hasta Bina Sendromu’
Binanın da hastası olur mu? Oluyor işte. Büyükşehirlerde görülen bu hastalık, daha çok büyük gökdelenlerde ve binalarda oluyor. Hastalığın nedeni ise, enerji tasarrufu için binalardaki havanın sadece yüzde yirmisinin değişiyor olması. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta’ya göre, pencereler açılamadığı için aynı havanın bina içinde sürekli dolaşması, bu binalara giren birçok kişide baş ağrısı, yorgunluk, halsizlik, gözlerde yanma, burun tıkanıklığı, geniz akıntısı, boğazda gıcık hissi gibi çok çeşitli şikayetlere yol açıyor. Hastalıklar binanın havasını kirleten maddelerden, boyalardan, bilgisayarlardan, fotokopi makinelerinden, lazerlerden çıkan birtakım elektromanyetik dalgaların yarattığı kirlilikten dolayı ortaya çıkabiliyor. Havayı temizlemek ve ortamı serin tutmak için kullanılan klimaların da kas ve boyun tutulmalarına yol açtığı dile getiriliyor. İyisi mi, siz siz olun, girdiğiniz binanın hasta mı sağlıklı mı olduğuna dikkat edin.
***
İslâm’da Tatil: Çalışarak Dinlenme
Her dinde olduğu gibi, İslâm’da da tatil günleri vardır. Tatiller, hayatımızın mühim bir bölümünü işgal ederler. Tatil deyince yıllık veya haftalık tatil günleri dışına çıkarak, daha genel bir bakış ile, günlük boş saatlerimizi de anlayacak olursak, meselenin önemi daha da artar.
Aslında İslâm, tamamen boş geçirilecek bir vakit tanımaz. Gerek Kur’ân âyetleri ve gerekse hadisler, zamanın hiçbir surette boş geçirilmemesini tavsiye eder. İnşirah Sûresi’nde “kolaylığın zorluktan sonra elde edileceği” bildirilir, akabinde de: “O halde boşaldığın vakit yeniden yorul!” emredilir.
Bu âyet-i kerime bize, meşguliyetin değiştirilmesi suretiyle dinlenme elde edileceğine işaret etmektedir. Buna bir nevi “çalışarak dinlenme” diyebiliriz.
(Prof. Dr. İbrahim Cânân)
**
“Geç kaldım!” korkusu
Modern şehir yaşamında insanlar evde, işte, okulda, trafikte sürekli strese maruz kalıyor. Toplumca geç kaldım korkusu yaşıyoruz. İnsanca nefes alabileceğimiz, huzur duyabileceğimiz ortamdan mahrumuz. Kendimize ait vaktimiz yok. Tüm hayatımız programlanmış. Sürekli ‘yetiştirme’ ve ‘yetişme’ derdindeyiz. İşte bunun adı geç kaldım korkusu. Uykuya geç kalanlar, işe geç kalanlar, yemeğe geç kalanlar, arkadaşıyla buluşmaya geç kalanlar... herkes bir şeylere geç kalıyor. Tabii, kendi psikolojileri büyük bir hasar görüyor bundan. Öyle ki korkulu ve kaygılı durumlarda salgılanan stres hormonları, günümüz modern şehir yaşantısında artık her zaman salgılanır hale gelmiş durumda. Stres hormonları yirmi dört saat nerdeyse, çalışıyor. Sonuçta kalp atışları artıyor, gözbebekleri irileşiyor, tüyler diken diken oluyor, ense ve omuz bölgesi sertleşiyor, karın kasları geriliyor, baş ağrıları ve kaygılar artıyor. Tüm bunlar ne anlama geliyor diyorsanız, bunun tek bir cevabı var: “Modern şehir insanı tüketiyor!”
***
“Çocuk iyi geçirdiği bir tatil devresinde, belki okulda okuduğundan daha az okur, fakat okulda öğrendiğinden daha çok öğrenir; tatilde serbest kaldığı ve ferdî hareket imkânları arttığı için iradesi daha fazla gelişir. Tahsil ve terbiye asıl tatilde başlar ve tatilde devam eder.”
— Peyami Safa, çocuk terbiyesinde irade gelişiminin önemine çok çarpıcı bir şekilde işaret ediyor.
***
“Hepimiz unutmak için hızlanır, hatırlamak için yavaşlarız!”
— Milan Kundera’nın bu sözü, gününü geç kaldım korkusuyla geçiren modern insan düşünüldüğünde, geç kalmanın yanında, biraz da hızlanıp unutmak kaygısına işaret ediyor galiba.