TR EN

Dil Seçin

Ara

Özümün Vatanına Doğru…

Kutsal beldelere yolculuğa çıkıyorum. Öz vatanıma değil belki ama özümün vatanına doğru... Turistik bir gezinin heyecanından öte, özel bir ziyaretin heyecanı sarıyor beni. Bu, bir açıdan ziyaret, bir açıdan görev, bir açıdan ahdini, sözünü ve dinlediğin, okuduğun hatıraları tazeleme yolculuğu. İslâmiyetin en önemli mesajı olan tevhide, Allah’ı birlemeye, Hz. Peygamberin ders mekânlarına yapılan bir yolculuk... Şehirlerin anası Mekkeye, Allah’ın misafiri olmaya gidiyorum.

Bu kutsal beldeler ve burada yapılan sembolik vazifeler, yaratılışı, yaratılanların Yaratana karşı durumunu, hayatı, ahireti, mahşeri buluşturuyor. Kısacası burada her şey birleşiyor, sadeleşiyor, netleşiyor...

Kutsal yerleri ziyaret öncesi kefeni sembolize eden ihram denilen iki parça beze sarınıyorsunuz. Rabbinize, mahşer meydanına çıkar gibi gidiyorsunuz.

Yol boyu, İbrahim aleyhisselamın, Allah adına yaptığı davetine canı gönülden koşarak icabet ettiğini ifade için, lebbeyk(buyur Rabbim) diyerek adım adım Kâbeye varıyorsunuz.

Ve Kutsal Kâbedeyim... Kâbe, tevhidi, aşkı, ilahî sevgiyi, kendini adamayı sembolize ediyor. Allah’ın sevgili insanları pervane gibi, lahutî bir muhabbetle Kâbeyi tavaf ediyorlar. Bu şekilde sevgi ve bağlılığını göstermenin arkasında, Hz. Ademin tâ Cennete kadar uzanan bir hatırası var.

Kâbenin etrafında, farz namazların haricinde tavaf hiç durmuyor. Tavafın içindeyken herkesi kendi dünyasında koşturuyormuş gibi görüyorsunuz; fakat dışından bakınca, Kâbenin ve onu tavaf eden mü’minlerin tek vücut olmuş haşmetli ve heybetli resmini seyrediyorsunuz.

Ve, kendinizi Kâbede tavaf eden mü’minlerin arasında buluyorsunuz. Rabbim bana kolaylaştır, benden kabul eyle.” duasıyla siz de Kâbeyi tavafa başlıyorsunuz. Tavaf esnasında hafızanıza kazınmış hatıralar geliyor gözünüzün önüne: Efendimizin dedesi Abdülmuttalip, gördüğü rüya üzerine, Zemzem kuyusunu tekrar bulmak için kazmayı ilk defa buraya vurmuştu.. Ömer bin Hattab, henüz Hz. Ömer olmadan önce, Kâbe örtüsünün neresine gizlenip namazdayken Efendimizin Kuran okumasını dinlemişti?.. Mekke hayatının o çetin günlerinde, müşriklerin önde gelenleri hicrde oturup alay ettiklerinde, o sırada tavaf eden Efendimiz nasıl sabretmişti.. Fetihlerin en güzeliyle Mekkeyi aldığında, Efendimiz muzaffer ama mütevazi olarak nasıl gelmişti.. Ve, can düşmanlarını nasıl engin bir şefkatle affetmişti; onlar nasıl hidayete ermişlerdi.. Her şeyden önemlisi, Kâbe şirkten nasıl temizlenmişti.. Hem istediğiniz dualar, hem de bu anılarla beraber tavaf ediyorsunuz Kâbeyi.. Bazen hüzün, ardından şevk, ne olursa olsun duygu dolu haller...

Efendimizin yüce görevini, Allahtan bize getirdiği imanın o büyük anlamını düşünüyorsunuz. Bu tefekkürle, buraya gelişinizin en büyük sebebini, yolculuk telâşından sislenen zihninizde netleştiriyorsunuz: Ben buraya tevhidi, Allah’ı birlemenin ne demek olduğunu anlamaya, almaya ve ahdimi tazelemeye geldim. Peygamberimin, Allah’ın fiillerine ortaklar olarak sunulan putları Kabeden temizlediği gibi, ben de kalbimde Allah’ı birleyeceğim. Hayat, rızık, şifa.. veren; gördüren, duyduran, aklettiren, sevindiren.. yaşadığım ne varsa onların yaratılmasını şuna buna değil, Allaha vereceğim. Kavuştuklarımdan dolayı Allaha minnettar olacak, korktuklarımdan yine Ona sığınacağım. Yaratan sadece Allah, gerisi ne varsa yaratılan; lütfeden sadece Allah, bütün başkaları ise muhtaçlar; kudreti sonsuz olan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, isteklere cevap veren sadece Allah, diğer bütün her şeyi, Ondan bekleyen, ancak Ondan geleni alabilen yaratılmış olanlar diye bileceğim.

Böylece Allah’ı birleyip, kalbinizde tevhidi yaşıyor, Allah’ın yaptığı, yarattığı şeyleri mahlûkata yamamak demek olan şirkten, ortaklar addetmekten kalbinizi temizlemiş oluyorsunuz. Sebepleri yaratıcı bilerek onları putlaştırmaktan, Allah’ın her şeyin tek yaratıcısı olduğunu ifade eden imanınıza dönüyorsunuz. Tavafın sadece görünürde Kabenin etrafını adımlamak gibi basit bir şey olmadığını, bize, şirkten tevhide dönmeyi; gerçek sevgiliye dönmeyi; övgüye, kulluğa asıl lâyık olana dönmeyi; geri dönmemek üzere imana dönmeyi ders verdiğini hissediyorsunuz.

Ardından, Kâbenin içinde namaz kılma sevincini yaşamak için, yarım çember şeklindeki hicr denilen kısımda kalabalıktan fırsat bulursanız namaz kılıyorsunuz. Evet burası Kâbenin içi. Onun bir öyküsü de var: Efendimize henüz peygamberlik görevi verilmediği zamanlarda, Kâbenin tamir görmesi gerekiyor. Kâbe o şekliyle boyu şimdikinin yarısı kadar ve hicr denilen kısmı da binaya dahil imiş. O zamanın Mekkelileri tamir ederken, Kâbenin boyunu yükseltmeyi düşünüyorlar. Fakat, bunu yaparken, Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmailin kullandığı taşların haricinde başka taş kullanmak da istemiyorlar. Böylece eldeki taşlarla Kâbenin boyunu yükseltiyorlar. Fakat mevcut taşlar hicr kısmını da yükseltmeye yetmediği için, ortaya bu günkü hemen hemen küp şeklindeki Kâbe çıkıyor. Bundan dolayı o hicr kısmında namaz kılındığında, Kâbenin içinde kılınmış oluyor.

Namazdan sonra mahşer günü Hz. Peygamberin havzından su içer gibi zemzem içiyor, kanıyorsunuz. Hayır doyuyorsunuz, çünkü zemzem bildiğimiz, alıştığımız sulardan değil. O özel mekânın bereketi âşikâr suyu. Ne kadar da içilse rahatsızlık vermiyor...

Ve sonra Kâbenin yakınında bulunan Safâ ve Merve denilen iki tepecik arasında, dört gidiş, üç geliş olmak üzere, yedi defa gidip geliyorsunuz; buna say deniliyor. Burasının, dünyayı ve çalışmayı sembolize ettiğini öğreniyorum. Zaten say kelimesinin anlamı da bu: çalışıp çabalama, gayret sarf etme. Bu anlam içime siniyor. Bu iki tepe arasında gidilip gelinen yer dümdüz bir hat. İnsana dosdoğru bir hayat yaşamasını öğütler gibi... İki tepeden, birinin insanın doğumuna, diğerinin de ölümüne işaret ettiğini düşündüm. Bunlar arasında gidip gelme ise, insana, doğumunu ve öleceğini unutmamasını hatırlatıyor: doğduğu andaki hiçliğini, acizliğini, her şeye muhtaç ama hiçbir şey yapamaz halde olduğunu ve bir gün gelip öleceğini, çalışıp kazandıklarını bırakıp gideceğini, hepsinin geride kalacağını, onun için doğumunu ve ölümünü daima hatırlayıp, dosdoğru yaşamak için gayret etmeyi ikaz eder gibi insana...

Bir de Hacer annemizin şahsında bir başarı ölçütünü görüyoruz. Hacer annemiz suya kavuşmak için o andaki tek sebep olan oralardan geçebilecek bir insanı aramıştı. O arayış esnasında, etrafı görebileceği yakındaki o iki tepeciğe birbiri ardınca koşup onlardan çevreyi gözlemişti. O elinden geleni yapmış, Allah da ona çabalamasının sonucu olarak zemzem gibi mucize suyu lütfetmişti. Bu olay bize, bir şeye ulaşmak için sebeplerine sarılıp çalışmayı, sonucu ise Allah’ın yaratacağını ders veriyor. Çalışmamızı tam yaptığımızda, Allah’ın hak ettiğimizden de fazlasıyla sonucu ihsan edeceğine dikkatimizi çekiyor. Bize, Allahtan çalışarak isteme şuurunda olmamızı hatırlatıyor...

Tavaf ve sayin ardından ihramdan çıkmak için saçların tıraş edilmesi gerekiyor. Saçlarının tıraş edilmesi, insanın en sevdiği, değer verdiği bir şeyini, imanı ve aşkı uğruna feda etmesinin sembolik bir örneğini gösteriyor. Ve aynı zamanda, sevdiği bedeninden bir parçanın ayrılmasını görerek, bir gün gelip bedenini tamamen bırakacağını anımsatıyor.

Böylece kutsal yerleri ziyaretimiz bitmiş yani umre yapmış oluyoruz. Umre sonrası artık dilediğiniz zaman, dilediğiniz duaları okuyup Kabeyi bol bol tavaf edebiliyorsunuz. Kabeyi tavaf etmek, farz namazların dışında orada yapılabilecek en büyük ve en değerli şey. Ayrıca hazzına varanlar için çarşıyı tavaf etmekten de daha zevkli.

Buralarda havanın sıcaklığı yüksek olmasına rağmen, insanı olumsuz etkilemiyor. Belki biraz terletiyor, ama bu sıcaklık, oradaki vazifelerin yapılmasını bir yönde kolaylaştırıyor; serin havalarda o görevler çok daha zor olurdu çünkü.

Bu topraklarda yağmurlar da pek sık yağmıyor. Ama rahmet hiç eksik değil. Çünkü rahmet burada gözyaşı olarak tecelli ediyor. Ağlayıp dua edenleri, namazda gözyaşlarını tutamayanları çokça görebilirsiniz burada. Bu gayet doğaldır... Bir derdi mi var da ağlıyor diye bir şey aklınıza gelmez...

Mekke-i Mükerremeden, o şerefli beldeden sonra, Medine-i Münevvereye, şehirlerin en nuranîsine, Sevgili Peygamberin misafiri olma heyecanıyla koşuyorsunuz...

Coşkuyla, şirkin her türlüsünden, tevhide; Allah’ın hoşnut olmadığı her şeyden, razı olduğu her şeye, benim de hicretim bu olsun” diyerek, Peygambere doğru gidiyorsunuz. Onun yüce makamına, getirdiğini bildim, anladım, kabul ettim; dünyam ve ahiretim için bana rehberlik eden mesajını hayatıma taşımaya ciddi gayret edeceğim; işte minnettarlığımı, aşkımı sunmak için huzuruna geldim.” diyerek, büyük bir sevinç ve saygıyla varıyorsunuz...

Ve, okunan ezanla beraber namaza duruyorsunuz. Namazı bitirdikten sonra yanınızdaki kardeşinizden bir el uzanıyor, karşılıklı güzel dileklerinizi ifade ediyorsunuz. Fakat yanınızdaki öylesine bir bakıyor ki, öylesine derin, öylesine tertemiz, öylesine içten, öylesine çıkardan uzak; bir bakış insanı bu kadar etkiler mi, insanın içini bu kadar arındırır, paklar mı? Duruyorsunuz ister istemez; duraklıyorsunuz. Peygamberim bana bakmayı lütfetse, acaba böyle mi bakardı?” diye içinizden geçiyor ister istemez...

Derken veda ziyareti... Buralara gelirken şevkle koşan adımlar, şimdi ayrılık hüznüyle gitmek istemiyor. Hayatın geçmesini istemeyen insanın, zamanı durdurmayı dilemesi gibi, arabanın gitmesini istemiyorsunuz. Fakat, bir parçanızı, gönlünüzü o kutsal vatanda bırakmış olarak, mecbur, mahkûm yolunuza devam ediyorsunuz. Hz. Peygamberin ders mekânlarından hayatla ilgili gerçek dersler almış olarak ve dilinizde, gönlünüzde, bir daha bu kutlu mekânları ziyarete kabul edilme isteği ve duasıyla ayrılıyorsunuz...