TR EN

Dil Seçin

Ara

Doğru İslamiyet - II

Doğru bilinen din ancak dosdoğru yaşanabilir.

Asrımızda kul hakkının ve bu hakka en büyük tecavüz olan bir insanı öldürmenin ağır sorumluluğu büyük ölçüde unutulmuş gibidir.

İnsan, Allah’ın ahsen-i takvimde yarattığı ve yeryüzüne halife kıldığı en kıymetli eseridir. Bu eserin hayatına son vermenin cezası, ahirette mutlaka ve en acı bir şekilde tadılacaktır.

Öldürülen o insanın yüz trilyona yakın hücresi ve onlardan teşekkül eden bütün organları birer sanat mucizesidir ve sürekli olarak Allah’ı tesbih etmektedir.

O maktul, Allah’ın kulu, O’nun mülkü, O’nun sanatıdır. Ve o kişinin kendi varlığı üzerindeki tasarrufu çok sınırlıdır.

Bütün bu hakikatlerden gaflet eden insan, kendisini ve karşısındaki şahsı sahipsiz, müstakil, kendine malik ve başıboş bir varlık gibi gördüğünde, onun hayatına son vermenin büyük sorumluluğunu unutabiliyor. “Ben bir başkasının tavuğunu bile izinsiz kesmekten çekindiğimi halde, Allah’ın bir kulunu nasıl öldürebilirim?” diye düşünemiyor.

Adam öldürmenin büyük bir cürüm olduğu, çok ayet-i kerimede önemle nazara verilmiştir. Bunlardan sadece birisini nakletmekle yetineceğiz.

“...Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür...” (Mâide Sûresi, 32)

Bu âyet-i kerîmeden açıkça anlaşıldığı gibi, İslâm dininde, bir kimse ancak kısas gerektiren bir suç işlediğinde, yahut bozgunculuk çıkararak toplum içerisinde fitneye yol açtığı ve Müslümanları birbirine düşürdüğü takdirde öldürülür. Bu ise, o konuda yetkili olan yöneticilerin emriyle yapılır; fertler kendi keyiflerince buna karar veremezler.

Günümüzde şahit olduğumuz adam öldürmelerin kahir ekseriyeti bu iki maddeye de uymuyor. Tam tersine, toplumda fitne çıkaranlar adam öldürüyorlar.

Bu kargaşa ortamında Müslümanın çok şuurlu hareket etmesi, kalbini zulme meyletmekten hassasiyetle koruması ve bütün insanların küfür, şirk, zulüm ve anarşi tehlikelerinden uzak kalmasını kalben arzu etmesi, bu konuda kendisine bir görev düşüyorsa mutlaka yapması, elinden bir şey gelmiyorsa insanlığın necatı için dua etmesi gerekir.

Üstat Bediüzzaman Hazretlerinin hizmet metodunda yer alan dört temel unsurdan birisi şefkattir; insanlara acımaktır. Bu düstura göre, iç âlemimizde fakirin yoksulluğuna, hastanın ıstırabına karşı duyduğumuz acının çok daha fazlasını, insanların günah ve isyanla ebedî hayatlarına zarar vermelerinden dolayı duymamız ve onlara şefkat edip imdatlarına koşmamız gerekmektedir.

“Bazı irfan sahipleri şöyle der: Fasıkların yüzüne yalnız Allah arifleri güler.” (Abdulkadir Geylanî)

Günahkâr Müslümanlara düşman olmak, hastalara harp ilan etmek gibidir. Bizim düşmanımız hastalar değil hastalıklardır. Bunun en mükemmel örneğini, asr-ı saadette, bizzaz Allah Resulünde (asm.) görüyoruz.

Şirke son derece düşman olan Allah Resulü (asm.), müşriklere acıyor ve onların kurtuluşlarını gönülden arzu ediyordu. O şefkat dolu ruhundaki bu arzu ve üzüntü o dereceye gelmişti ki, şu ayet-i kerimeler nazil oldu:

“Demek sen, bu söze (Kur’an’a) inanmazlarsa, arkalarından üzülerek âdeta kendini tüketeceksin!” (Kehf Suresi, 6)

“(Ey Muhammed!) Mümin olmuyorlar diye âdeta kendini helâk edeceksin!” (Şuârâ Sûresi, 3)

Artık kıyamete kadar başka peygamber gelmeyeceğine göre, Allah Resulünün bu çok önemli sünnetini, yani “İslâm’dan uzak kalmışlara acıma ve onları kurtarmak için çalışma” görevini, Onun ümmeti yerine getirecektir.

Âlimlerimiz, bütün insanları peygamberimizin ümmeti olarak kabul ederler. Ve insanları iki gruba ayırırlar: ümmet-i icabet ve ümmet-i davet.

Ümmet-i icabet; İslâm’ı din olarak kabul etmiş müminlerdir. Ümmet-i davet ise bu hak yola davet edilmesi gereken diğer dinlerin müntesipleri ve hiçbir dine mensup olmayan gafil, lakayt, sefih insanlardır.

Müslümanlar, ümmet-i davet olan bu ikinci grup insanlara düşman oldukları taktirde, onlara Peygamberimizin yolunu kim gösterecektir?!.

Onlara düşman olmak, hele bir zaruret olmadan, onlarla silahlı mücadale yolunu tukmak, o büyük kitleyi cehenneme yolcu etmek demektir. Peygamberimizin yolu bu değildir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen o emsalsiz Peygamber, insanlara cehennemin değil, cennetin ve rızanın yolunu göstermek için gelmişti.

Allah Resulü (asm.), “Sulh hayırdır.” buyurmuşlardır. Zira, İslâm’ın insanlara anlatılması ancak sulh ortamında gerçekleşir. Bundan dolayıdır ki, Bediüzaman Hazretleri asayişin muhafazası üzerinde büyük bir hassasiyetle durmuş, son mektubunda da bu konuya özellikle yer vererek şöyle buyurmuştur:

“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” (Emirdağ Lahikası)

Müslümanların tek görevini, küfür ehliyle silahlı mücadele etme olarak anlamak, İslâm’ın cihanşümul yapısına uymaz. Gerektiği zaman elbetteki maddî cihat da yapılacaktır. Ancak, esas olan, manevî cihattır; iman hakikatlerinin tebliğidir, İslâm’ın güzelliklerinin sergilenmesi ve insanların dalâletten hidayete, şirkten tevhide, sefahetten güzel ahlâka, isyandan ibadete teşvik edilmesidir.