Bilim adamları her ne kadar yaptıkları iş içinde mutlak inançlara ve efsaneye yer olmadığını söyleseler de, dünyada olan biten her şeyde olduğu gibi bilimsel faaliyetlerde de belli ön kabuller, hatta efsane denebilecek dogmatik inançlar söz konusudur. İşte “bilimsel efsaneler”den bazıları:
“Bütün, parçalardan oluşur.”
İnsan vücudunun organlardan, organların dokulardan, dokuların hücrelerden, hücrelerin organellerden, organellerin de nihayet moleküllerden ve atomlardan oluştuğunu söylemeye hacet var mı? Atomdan sonrası ise proton, nötron, elektrondan başlayıp, quarklara, leptonlara... enerji bantlarına kadar uzayıp gider. Gerçekten de karşımızda küçükten büyüğe doğru karmaşıklaşan, büyükten küçüğe doğru sadeleşen bir parça-bütün hiyerarşisi vardır.
Fakat, bir şeyin parçalarını öğrenmekle, o şeyi kavramış olmayız. Modern bilime göre bir şeyi anlamanın yolu, onu parçalarına indirgemektir. Bu yüzden bilim çok sıklıkla bir bütünü anlamlandırma yolunda, giderek küçülen parçalara odaklanır. Bu arada parçaları bütünden kopararak yalnızlaştırır, tekilleştirir, güdükleştirir.
Aslında bir bütünün parçalardan oluştuğu sadece bir tasvirdir. Çünkü, bütün, parçaların toplamından fazla ve başka bir şeydir. Örneğin, çok zarif kıvrımlarla kıyıya yanaşan bir deniz dalgasının nihayet su taneciklerinden ibaret olduğunu söylemek, teknik olarak doğru olabilir; ama estetik olarak eksiktir, yanlıştır, yanıltıcıdır. Dalga diye isimlendirdiğimiz ‘şey’, bütün su taneciklerinin toplamından öte bir şeydir, yeni ve kasıtlı bir inşadır. Aynı şekilde, azıcık sanat ve estetik görüşü olan hiç kimse bir gülde saklı güzelliği çözümlemek için gülün yapraklarını yolmayı düşünmez. Binlerce gül yaprağını toplasanız, tek bir tomurcuktaki zerafeti ve estetiği ortaya çıkaramazsınız.
“Bazı canlılar çok gelişmiş, bazıları ise ilkeldir.”
Bütünü parçalara indirgemek, sadece bütüne değil, parçalara da haksızlık yapmayı doğurur. Örneğin, bir ev için tavan lambası da, kapı da birbirleriyle kıyaslanamaz önem ve önceliğe sahiptir. Kapı, ışık yaymadığı ve elektriksel özellikler göstermediği için ampule göre ‘ilkel’ ya da ‘az gelişmiş’ diye nitelendirilemez. Ampul de, ahşap yerine camdan oluştuğu için, kapıya kıyasla ‘çok gelişmiş’ sayılamaz. Ancak, bu iki şeyin bir bütün olan evin içinde yer ve görev aldıklarını unutur yahut gözardı ederseniz, ahşap bir kapıyı elektronik özelliklere sahip tavan lambasından ‘geri’, ‘az gelişmiş’ ya da ‘ilkel’ görmeye başlarsınız.
Aynı şekilde modern bilim de toprakta gözenekleriyle nefes alıp veren ve beslenen bir solucanı, her an sayısız bilginin akışını sağlayan bir insan beyni hücresine kıyasla ‘ilkel’ ve ‘az gelişmiş’ diye tanımlamaya eğilimlidir. Bu sıralamaya öylesine alışmışızdır ki, insan beyni hücresinin bir zamanlar solucan gibi ‘ilkel’ olduğu bir uydurma geçmiş ile solucanın bir insan beyni hücresi gibi ‘gelişmiş’ olabileceği bir ısmarlama gelecek arasında gidip geliriz. Sanki şimdiki zamanda mükemmel olan bir şey yoktur. Sanki her şey şu an bir eğreti form ve fonksiyon içine rastgele düşüvermiştir. Sanki her şey rastgele bir geçmişten başıboş bir geleceğe doğru sürüklenmektedir.
Halbuki, her şeyi kendi bütünü içinde ele alırsak, bir solucanın toprakta yaşama konusunda ‘mükemmel’ olduğunu, bir beyin hücresinin de insan vücudunda bilgi transferi işinde ‘mükemmel’ olduğunu anlamakta gecikmeyiz. Solucan da beyin hücresi de yer aldıkları bütün içinde mükemmeldirler, eksiksizdirler, kusursuzdurlar. Bir solucanın insan beyni için ‘ilkel’ olduğunu düşünen, bir beyin hücresinin de toprakta yaşama konusunda ‘ilkel’ kalabileceğini düşünmelidir.
Nasıl bir beyin hücresi insan vücudunda bilgi transferi işinde mükemmel ise, bir solucan da toprakta yaşama konusunda mükemmeldir.
“Mutlaka bölünmez bir parçacık vardır.”
Latince ‘bölünemez’ (atommy) anlamına gelen atom kelimesi, maddenin bölünmez, yok olmaz, değişmez, eskimez bir ‘temel taşı’na dayandığı kabullenmesinin ürünüdür. Bu yüzden, Aristo gibi filozoflar, binlerce yıl öncesinden, bildiğimiz anlamda atomu keşfetmedikleri halde, bir ‘atom’un, yani bölünmez parçacığın olması gerektiğini söyleyegelmişlerdir. Sonunda bu ‘bölünmez’ nitelemesini hak eden parça, yani atom tanımlanmış; ama onun da parçalanabilir, değişebilir, bölünebilir olduğu hem teorik olarak, hem de deneylerde bilfiil parçalanması suretiyle görülmüştür.
Sonu ne olursa olsun ‘sabite’ arama fikri, bölünmez, nihai temel taş arama ihtiyacı ilginçtir. Bu arayış, kâinatın yaratılma ve var edilme gibi kendi dışında bir eyleme konu olması ihtimaline karşı bir tür kapanmanın, yaratılış fikrine karşı bir direncin ifadesidir. Çünkü, ‘bölünmez’ olan zamandan etkilenmez; ‘sabit’ olan bir inşaya konu olmaz; o sadece vardır, bir başlangıcı olması gerekmediği gibi, bir sonu da yoktur! ‘Bölünmez’ olan, açık ifadeyle, bizim ancak kâinatın Yaratıcısına atfedebileceğimiz ilâhî özelliklere sahiptir; ezelîdir, ebedîdir, yok edilemez ve varlığı için başkasına muhtaç değildir!
Gerçekte, kâinatın derininde, atomun dibinde zaten varolagelen bir temel parçacık olmadığını kavradığımızda, bir Tanrı’ya sınırlı bir kudret vermekte sakınca görmeyenler ürpertici bir boşluk içinde kalırlar. Alışageldikleri ve hep arayıp durdukları ‘sabite’ yitiverir, varoluşu maddeye bağlayan ‘temel’leri yıkılıverir, kâinatı ezelî ve ebedî görmek isteyen hevesleri parçalanıverir, varoluşun kendi kendineliğini ve kendi başınalığını gösteren dayanakları yıkılır, eşyanın kendine yeter olduğu direnci çözülür.
Sonuç olarak ‘atom’ önyargısı ya da ‘sabite’ arayışı bir ezelî ve ebedî Yaratıcı ihtiyacından kaynaklanır, ama kasden maddeye takılıp kalır.
“Zaman hep ileriye doğru akar.”
Bilimsel bakış, şimdi olanı kavrarken ona mutlaka uzunca bir tarih biçer. Bu mutlaka gereklidir; yoksa şimdi ve burada gerçekleşen şeyler hakkında ideolojik çalışmalar yapmak mümkün olmaz.
Bu bakışta, şu anda gördüğümüz şey, zaman içinde daha az gelişmiş bir başka şeyden evrimleşmiş ve ileride çok gelişmiş başka bir şey olmak üzere evrimleşmektedir. Böyle bakınca, ‘şimdi ve burada’ olan şey gerçek ve somut olmaktan çıkar; ‘şimdilik ve buradayken’ gördüğümüz bir sis yığınına, gelip geçici, sahte, kararsız bir seraba dönüşür.
Burada anahtar kelime ‘evrim’dir; ileriye doğru akan zaman kavramı, geriye ilkelleşerek, ileriye doğru gelişerek akan tarih anlayışı, şu anda öne sürülen ‘evrim’i inşa etmek üzere tasarlanmıştır. Bu sayede evrimsel bakış her şeyi bir muhayyel tarihin içinde tamamlanmamış, eksik kalmış, kusurlu bir kimliğe büründürür. Bu tarihin ‘öncesi’ o şeyin imkânsızlıklar içinde deneme yanılmayla meydana gelmesine izin verecek kadar uzundur. ‘Sonrası’ da o şeyin şu andaki halinin ‘çok ilkel’ kalmasını sağlayacak hayalî mükemmelleşmelere imkân verecek kadar bitimsizdir.
Bir diğer ifadeyle, evrimleşme şu anda varolanı geçmişte tesadüflerin eline verip, gelecekte de yine tesadüflerin elinde belirsiz bir ideale emanet ederken, ‘şimdi ve burada’ olana karşı bir tür ‘körleşme’ imal eder.
“Sebep sonucu yapar.”
Gerçekten de hiçbir sonuç sebepsiz olmaz; varlık meydanına nedensiz uğrayan hiçbir şey yoktur. Meyve ağaçtan, yağmur buluttan, çocuk anne babadan gelir.
Esasında, böylesine sıkı bir sebep-sonuç ilişkisi olmasaydı, ne bilim mümkün olurdu, ne de kendimizi tutarlı ve anlaşılabilir bir dünyada yaşıyor bulurduk. Bir şeyin nedenini bilmiyor olsaydık, onu nasıl isteyeceğimizi bilemezdik.
İşte aklımıza düşen bilim de bu yaklaşımın tutarlılığıyla gelir ve sonra akıl mihengine vurmayı hiç düşünmediğimiz bir hükmü, bir önermeyi de aklımızın bir kenarına—hatta her kenarına—yerleştirir. O da şudur: “Sebep sonucu yapar!”
Sebebin sonucu yaptığı önermesi söz konusu sebebin (meselâ ağacın) sonuçta (meselâ meyvede) varolan tüm özellikleri önceden düşünüp tasarlayarak gerçekleştirdiğini, yani her ağacın her bir meyvesinde varolan ve ihtimal ki bir ziraat fakültesi ve eczacılık fakültesi bünyesinde çalışan yüzlerce insan beyninin henüz listelenmesini dahi bitiremediği anlamlı özellikleri, faydalı içerikleri düşünüp yapıp edebilecek bilgi, kuvvet, seçicilik, yetenek ve tasarım gücüne sahip olduğunu kabullenmeyi içinde saklar.
Bu ‘saklı kabullenme’yi akıl mihengine vurmak ise pek aklımıza gelmez. Oysa, bu sırada ‘bilim’ dediğimiz otorite, gözle görülen üzerine gözle görülmez bir hüküm kurmaktadır. Yani, meyvenin ağaçsız olmadığı/olmayacağı gözlemini, “Meyveyi ağaç yapıyor.” gibi gözlenemez/gözlenmemiş bir hükme dönüştürmektedir. Görünen, meyvenin ağaç ile birlikte geldiğidir; iki şeyin, yani sebep ve sonucun her zaman birlikte olması, sırf gözümüzün hükmüne kalacaksa, sebep ve sonucun her zaman birlikte geldiğini gösterir, o kadar. Bunun ötesinde görünen bir şey yoktur. Ağacın meyveyi yaptığını gören ise hiç yoktur. Öyleyse, “Sonuç sebepsiz olmaz.” hükmü aklımıza düşünce, “Sonucu sebep yapar.” hükmünü akıl mihengine vurmalıyız.