TR EN

Dil Seçin

Ara

Bilimde ‘Mutlak İnançlar’ Yok mudur?

Bilim adamları her ne kadar yaptıkları iş içinde mutlak inançlara ve efsaneye yer olmadığını söyleseler de, dünyada olan biten her şeyde olduğu gibi bilimsel faaliyetlerde de belli ön kabuller, hatta efsane denebilecek dogmatik inançlar söz konusudur. İşte bilimsel efsaneler”den bazıları:

 

Bütün, parçalardan oluşur.”

İnsan vücudunun organlardan, organların dokulardan, dokuların hücrelerden, hücrelerin organellerden, organellerin de nihayet moleküllerden ve atomlardan oluştuğunu söylemeye hacet var mı? Atomdan sonrası ise proton, nötron, elektrondan başlayıp, quarklara, leptonlara... enerji bantlarına kadar uzayıp gider. Gerçekten de karşımızda küçükten büyüğe doğru karmaşıklaşan, büyükten küçüğe doğru sadeleşen bir parça-bütün hiyerarşisi vardır.

Fakat, bir şeyin parçalarını öğrenmekle, o şeyi kavramış olmayız. Modern bilime göre bir şeyi anlamanın yolu, onu parçalarına indirgemektir. Bu yüzden bilim çok sıklıkla bir bütünü anlamlandırma yolunda, giderek küçülen parçalara odaklanır. Bu arada parçaları bütünden kopararak yalnızlaştırır, tekilleştirir, güdükleştirir.

Aslında bir bütünün parçalardan oluştuğu sadece bir tasvirdir. Çünkü, bütün, parçaların toplamından fazla ve başka bir şeydir. Örneğin, çok zarif kıvrımlarla kıyıya yanaşan bir deniz dalgasının nihayet su taneciklerinden ibaret olduğunu söylemek, teknik olarak doğru olabilir; ama estetik olarak eksiktir, yanlıştır, yanıltıcıdır. Dalga diye isimlendirdiğimiz ‘şey, bütün su taneciklerinin toplamından öte bir şeydir, yeni ve kasıtlı bir inşadır. Aynı şekilde, azıcık sanat ve estetik görüşü olan hiç kimse bir gülde saklı güzelliği çözümlemek için gülün yapraklarını yolmayı düşünmez. Binlerce gül yaprağını toplasanız, tek bir tomurcuktaki zerafeti ve estetiği ortaya çıkaramazsınız.

 

Bazı canlılar çok gelişmiş, bazıları ise ilkeldir.”

Bütünü parçalara indirgemek, sadece bütüne değil, parçalara da haksızlık yapmayı doğurur. Örneğin, bir ev için tavan lambası da, kapı da birbirleriyle kıyaslanamaz önem ve önceliğe sahiptir. Kapı, ışık yaymadığı ve elektriksel özellikler göstermediği için ampule göre ilkelya da az gelişmiş’ diye nitelendirilemez. Ampul de, ahşap yerine camdan oluştuğu için, kapıya kıyasla ‘çok gelişmiş’ sayılamaz. Ancak, bu iki şeyin bir bütün olan evin içinde yer ve görev aldıklarını unutur yahut gözardı ederseniz, ahşap bir kapıyı elektronik özelliklere sahip tavan lambasından geri,az gelişmiş’ ya da ilkelgörmeye başlarsınız.

Aynı şekilde modern bilim de toprakta gözenekleriyle nefes alıp veren ve beslenen bir solucanı, her an sayısız bilginin akışını sağlayan bir insan beyni hücresine kıyasla ilkelve az gelişmiş’ diye tanımlamaya eğilimlidir. Bu sıralamaya öylesine alışmışızdır ki, insan beyni hücresinin bir zamanlar solucan gibi ilkelolduğu bir uydurma geçmiş ile solucanın bir insan beyni hücresi gibi gelişmiş’ olabileceği bir ısmarlama gelecek arasında gidip geliriz. Sanki şimdiki zamanda mükemmel olan bir şey yoktur. Sanki her şey şu an bir eğreti form ve fonksiyon içine rastgele düşüvermiştir. Sanki her şey rastgele bir geçmişten başıboş bir geleceğe doğru sürüklenmektedir.

Halbuki, her şeyi kendi bütünü içinde ele alırsak, bir solucanın toprakta yaşama konusunda mükemmelolduğunu, bir beyin hücresinin de insan vücudunda bilgi transferi işinde mükemmelolduğunu anlamakta gecikmeyiz. Solucan da beyin hücresi de yer aldıkları bütün içinde mükemmeldirler, eksiksizdirler, kusursuzdurlar. Bir solucanın insan beyni için ilkelolduğunu düşünen, bir beyin hücresinin de toprakta yaşama konusunda ilkelkalabileceğini düşünmelidir.

Nasıl bir beyin hücresi insan vücudunda bilgi transferi işinde mükemmel ise, bir solucan da toprakta yaşama konusunda mükemmeldir.

 

Mutlaka bölünmez bir parçacık vardır.”

Latince bölünemez(atommy) anlamına gelen atom kelimesi, maddenin bölünmez, yok olmaz, değişmez, eskimez bir temel taşı’na dayandığı kabullenmesinin ürünüdür. Bu yüzden, Aristo gibi filozoflar, binlerce yıl öncesinden, bildiğimiz anlamda atomu keşfetmedikleri halde, bir atomun, yani bölünmez parçacığın olması gerektiğini söyleyegelmişlerdir. Sonunda bu bölünmeznitelemesini hak eden parça, yani atom tanımlanmış; ama onun da parçalanabilir, değişebilir, bölünebilir olduğu hem teorik olarak, hem de deneylerde bilfiil parçalanması suretiyle görülmüştür.

Sonu ne olursa olsun sabitearama fikri, bölünmez, nihai temel taş arama ihtiyacı ilginçtir. Bu arayış, kâinatın yaratılma ve var edilme gibi kendi dışında bir eyleme konu olması ihtimaline karşı bir tür kapanmanın, yaratılış fikrine karşı bir direncin ifadesidir. Çünkü, bölünmezolan zamandan etkilenmez; sabitolan bir inşaya konu olmaz; o sadece vardır, bir başlangıcı olması gerekmediği gibi, bir sonu da yoktur! Bölünmezolan, açık ifadeyle, bizim ancak kâinatın Yaratıcısına atfedebileceğimiz ilâhî özelliklere sahiptir; ezelîdir, ebedîdir, yok edilemez ve varlığı için başkasına muhtaç değildir!

Gerçekte, kâinatın derininde, atomun dibinde zaten varolagelen bir temel parçacık olmadığını kavradığımızda, bir Tanrıya sınırlı bir kudret vermekte sakınca görmeyenler ürpertici bir boşluk içinde kalırlar. Alışageldikleri ve hep arayıp durdukları ‘sabiteyitiverir, varoluşu maddeye bağlayan temelleri yıkılıverir, kâinatı ezelî ve ebedî görmek isteyen hevesleri parçalanıverir, varoluşun kendi kendineliğini ve kendi başınalığını gösteren dayanakları yıkılır, eşyanın kendine yeter olduğu direnci çözülür.

Sonuç olarak atom’ önyargısı ya da sabitearayışı bir ezelî ve ebedî Yaratıcı ihtiyacından kaynaklanır, ama kasden maddeye takılıp kalır.

 

Zaman hep ileriye doğru akar.”

Bilimsel bakış, şimdi olanı kavrarken ona mutlaka uzunca bir tarih biçer. Bu mutlaka gereklidir; yoksa şimdi ve burada gerçekleşen şeyler hakkında ideolojik çalışmalar yapmak mümkün olmaz.

Bu bakışta, şu anda gördüğümüz şey, zaman içinde daha az gelişmiş bir başka şeyden evrimleşmiş ve ileride çok gelişmiş başka bir şey olmak üzere evrimleşmektedir. Böyle bakınca, ‘şimdi ve buradaolan şey gerçek ve somut olmaktan çıkar; ‘şimdilik ve buradaykengördüğümüz bir sis yığınına, gelip geçici, sahte, kararsız bir seraba dönüşür.

Burada anahtar kelime evrimdir; ileriye doğru akan zaman kavramı, geriye ilkelleşerek, ileriye doğru gelişerek akan tarih anlayışı, şu anda öne sürülen evrimi inşa etmek üzere tasarlanmıştır. Bu sayede evrimsel bakış her şeyi bir muhayyel tarihin içinde tamamlanmamış, eksik kalmış, kusurlu bir kimliğe büründürür. Bu tarihin ‘öncesio şeyin imkânsızlıklar içinde deneme yanılmayla meydana gelmesine izin verecek kadar uzundur. Sonrası’ da o şeyin şu andaki halinin ‘çok ilkelkalmasını sağlayacak hayalî mükemmelleşmelere imkân verecek kadar bitimsizdir.

Bir diğer ifadeyle, evrimleşme şu anda varolanı geçmişte tesadüflerin eline verip, gelecekte de yine tesadüflerin elinde belirsiz bir ideale emanet ederken, ‘şimdi ve buradaolana karşı bir tür körleşmeimal eder.

 

Sebep sonucu yapar.”

Gerçekten de hiçbir sonuç sebepsiz olmaz; varlık meydanına nedensiz uğrayan hiçbir şey yoktur. Meyve ağaçtan, yağmur buluttan, çocuk anne babadan gelir.

Esasında, böylesine sıkı bir sebep-sonuç ilişkisi olmasaydı, ne bilim mümkün olurdu, ne de kendimizi tutarlı ve anlaşılabilir bir dünyada yaşıyor bulurduk. Bir şeyin nedenini bilmiyor olsaydık, onu nasıl isteyeceğimizi bilemezdik.

İşte aklımıza düşen bilim de bu yaklaşımın tutarlılığıyla gelir ve sonra akıl mihengine vurmayı hiç düşünmediğimiz bir hükmü, bir önermeyi de aklımızın bir kenarına—hatta her kenarına—yerleştirir. O da şudur: Sebep sonucu yapar!”

Sebebin sonucu yaptığı önermesi söz konusu sebebin (meselâ ağacın) sonuçta (meselâ meyvede) varolan tüm özellikleri önceden düşünüp tasarlayarak gerçekleştirdiğini, yani her ağacın her bir meyvesinde varolan ve ihtimal ki bir ziraat fakültesi ve eczacılık fakültesi bünyesinde çalışan yüzlerce insan beyninin henüz listelenmesini dahi bitiremediği anlamlı özellikleri, faydalı içerikleri düşünüp yapıp edebilecek bilgi, kuvvet, seçicilik, yetenek ve tasarım gücüne sahip olduğunu kabullenmeyi içinde saklar.

Bu saklı kabullenme’yi akıl mihengine vurmak ise pek aklımıza gelmez. Oysa, bu sırada bilimdediğimiz otorite, gözle görülen üzerine gözle görülmez bir hüküm kurmaktadır. Yani, meyvenin ağaçsız olmadığı/olmayacağı gözlemini, Meyveyi ağaç yapıyor.” gibi gözlenemez/gözlenmemiş bir hükme dönüştürmektedir. Görünen, meyvenin ağaç ile birlikte geldiğidir; iki şeyin, yani sebep ve sonucun her zaman birlikte olması, sırf gözümüzün hükmüne kalacaksa, sebep ve sonucun her zaman birlikte geldiğini gösterir, o kadar. Bunun ötesinde görünen bir şey yoktur. Ağacın meyveyi yaptığını gören ise hiç yoktur. Öyleyse, Sonuç sebepsiz olmaz.” hükmü aklımıza düşünce, Sonucu sebep yapar.” hükmünü akıl mihengine vurmalıyız.