TR EN

Dil Seçin

Ara

Bir Anlık Sonsuzluk

Her şeyin bir başlangıcı var—zamanın da. Âlemlerin Rabbi Ol” emriyle kâinatı var ettiğinde, her şeyle beraber zaman da var oldu. Ondan öncesine gelince...

Ondan “öncesi” yoktu. Çünkü ondan “önce” zaman yoktu. Zamanın mevcut olmadığı bir zamanda” ise, ancak zamanı Yaratandan söz edilebilir. Ondan başka herkes ve her varlık şu veya bu ölçüde zamanın sınırlarıyla kayıtlı bulunduğuna göre, Onun zamandan münezzehiyeti nasıl bir şeydir, bunu idrak etmemiz hiçbir şekilde mümkün olamaz. Fakat bir şeyi idrak etmek başka şey, varlığını bilmek ise daha başka bir şeydir. Meselâ ışık hızıyla yol almanın nasıl bir şey olduğunu bilemeyiz, ama gözümüze Güneşin ışığını getiren fotonların o hızla yol aldığını biliriz. Güneşin merkezindeki sıcaklığı bizzat tecrübe etmemiş olmamız, orada 15 milyon derecelik bir hararetin bulunduğunu bilmemizi engellemez. Zamanın Yaratıcısında bulunması gereken ezeliyet sıfatını, yani zamandan sonsuz derecede münezzehiyeti idrak edemeyişimiz de bu sıfatın varlığını kesin olarak bilmemize engel teşkil etmez. Çünkü zaman varsa, onu yaratan da vardır. Onu yaratan ise, yarattığından münezzehtir. Zamanı yaratan, aynı zamanda her şeyi birden yaratan ve her şeyi birden hükmü altında tutandır; çünkü her şeyi bu zaman denen esrarengiz kanuna tâbi kılmıştır.

Zamanın yaratılmış olması, aynı zamanda, kaderin varlığını da açık seçik gözlerimizin önüne serer. Çünkü gözümüzün önündeki her şey harikulâde bir plânla yaratılmıştır. Her şey plânlı yaratılırken her şeyi hükmü altına alan zaman nasıl plânsız kalabilir? İncir çekirdeğinde nasıl incir ağacının programı saklıysa, zaman denen çekirdekte de tesiri altındaki her şeyin programı saklanmıştır. Kısacası, zaman, İlâhî kaderin bir tezahürüdür ki, onu Yaratanın ezelî ilmiyle takdir edilmiş, ezelî iradesiyle şekillenmiş ve ezelî kudretiyle yoktan var edilmiştir.

Zamanı önü ve arkasıyla, geçmişi ve geleceğiyle, öncesi ve sonrasıyla kuşatan ezeliyet, eğer Allahtan başkasında mevcut olsaydı, yaratılmaya muhtaç olmayan ve varlığı zorunlu bulunan” başka bir varlıktan daha söz etmek gerekirdi. Öyle bir varlığın ise eseri mutlaka kâinatta görünürdü. Fakat Allah’ın yarattığından başka bir şeyi Allah’ın yaratışı gibi yaratan birinin varlığını tarih boyunca kim görmüş, kâinatın neresinde veya başka hangi kâinatta göstermiştir? Eğer Firavunlar ve Nemrutlar bu iddialarında haklı olsalardı zamanın hükmü altında toprak olup gitmezlerdi. Eğer Darwinin evrim, mutasyon ve doğal ayıklama” adını verdiği ilâhlarında böyle bir özellik ve güç var idiyse, bu ilâhlar dünyanın yaratılışından önce neredeydi? Ve Dünyadan başka bir yerde bunların hükmü neden geçmiyor? Yahut bunlar Big Bang’ın ilk 1/100’üncü saniyesinde hangi cehennemdeydi? Eğer o zaman mevcut olmayıp da sonradan ortaya çıktılarsa kim onları var etti? Veya kâinatın yaratılışından sonra 10 milyar sene bekleyip hazır bir dünya bulduktan sonra ancak iş başına geçebilen bu zavallı “yaratıcılar”, zamanın hükmü altında bu kadar çaresiz oldukları halde hiç yoktan bir sinek yaratacak gücü nereden, nasıl, hangi kuvvetle ele geçirdiler?

Kısacası, kâinatta her şeyi her şeyiyle yaratan bir Sanatkârın varlığına ne kadar delil varsa, yaratıcılığın ve ezeliyetin Ondan başkasına yakışmadığını ve yanaşmadığını gösteren o kadar delil vardır. İşte bizim ezeliyeti anlamamızın imkânsızlığı da buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü ezeliyet dediğimiz zaman, Âlemlerin Rabbinden başka hiç kimsede bulunmayan bir sıfattan söz ediyoruz.

Bir düşünelim: Dünya üzerinde yaşadığını farz ettiğimiz iki boyutlu hayalî bir canlıya, bir küre üzerinde bulunduğunu nasıl anlatabilirdik? Eğer bu canlıyı aynı yönde hareket ettirip de sonunda başladığı noktaya vardırmış olsaydık, bu hokus pokusun” nasıl gerçekleşmiş olduğuna akıl erdirebilir miydi? Yahut onun etrafına bir daire çizip de bu daireyi “üzerinden” aşmanın mümkün olduğunu ona gösterebilir miydik? Şu kadar var ki, bu hayalî iki boyutlu canlıya göstermek istediklerimizi, onun bildiği şeylerle benzerlik kurarak tarif etmek mümkündür. Meselâ küreyi daireye benzetebilir, dairenin çevresinde dolaşır gibi kürenin etrafından dolaşılabileceğini anlatmaya çalışabiliriz. Yahut düz bir hattın etrafından onu dolaştırıp, sonra da Bu çizginin etrafından nasıl iki boyut sayesinde dolaşıyorsan, bir üçüncü boyut sayesinde de dairenin üzerinden atlayıp dışarı çıkabilirsin.” diyebiliriz. Eğer bu açıklamaları yeteri kadar açıklıkla yapabilirsek, bu hayalî iki boyutlu canlının da üçüncü boyutu idrak etmesini değilse bile varlığını anlamasını bekleyebiliriz.

Allah’ın sıfatlarından söz ederken ise, bizim idrakimiz haricindeki bir boyuttan değil, her türlü boyutun sonsuz derecede üzerinde bulunan ve sadece Ona has olan bir mevkiden söz ettiğimizi unutmamalıyız. İşte Kur’an ve Hadis, insan düşüncesini soyut düşüncenin en üst mertebelerine çıkarırken, yukarıda verdiğimiz örneğe benzer bir şekilde, bizim anlayabileceğimiz örnekleri önümüze serer ve bu örneklerden gereken dersi çıkarmamızı bekler. Meselâ, Yirmi Altıncı Söz’de zikredildiği gibi, ezeliyet, hadis-i şerifte yukarıdan bakan ve karşısındaki her şeyi birlikte gören bir aynaya” benzetilmiştir. Artık bizim için gereken, zamanı geçmiş ve geleceğiyle birlikte zaman dışından seyretmenin nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışmak değil—çünkü bu bütünüyle idrakimiz dışındadır—fakat mekân itibarıyla yapılmış ve zamana uygulanmış bir benzetmenin ışığı altında, ezeliyetin ne olduğunu bilmektir. Yani, yukarıdan tutulan bir ayna—veya bugünün teknolojisi ile bir uydunun objektifi diyelim—karşısındaki her şeyi birden nasıl görebiliyorsa, zamandan münezzeh olan Ezel ve Ebed Sultanı da, bütün zamanları her hâliyle ve her ânıyla her an öylece nazarında tutar diyebilmektir.

Bu sırrın anlaşılmasıyla, pek çok sır da aydınlığa kavuşur. Meselâ “Allah kâinatı yaratmadan önce ne yapıyordu?” şeklindeki soruların anlamsızlığı ortaya çıkar. Çünkü sorudaki “önce” kelimesi, zamana mahkûm olan biz yaratılmışları sınırlamaktadır; zamandan münezzeh olan ve ezelî kelâmında âhiret âleminin binler sene sonraki hâdiselerinden geçmiş zaman kipiyle söz ederek bu münezzehiyetinin açık işaretlerini bize gösteren Âlemlerin Rabbi için ise, önce, sonra, dün, yarın gibi sınırlamalar tasavvur olunamaz.

Bunun gibi, zamanın uzunluğu ve kısalığı gibi ölçüler de sadece biz zaman mahkûmları için bahis konusu olan sınırlamalardır. Biz bu sınırlar içinde düşündükçe, kâinat içinde Dünyanın yaratılışı için 10 milyar sene, Dünya üzerinde insanın yaratılışı için 5 milyar sene geçmiş olmasına bir anlam veremeyiz. Halbuki, tek bir nefsi diriltmekle bütün kâinatı yaratmak arasında Allah’ın sınırsız kudreti itibarıyla hiçbir fark bulunmadığı gibi, bir ân ile milyarlarca sene arasında da Onun ezeliyeti itibarıyla bir fark yoktur. Başka bir deyişle, kâinatı yarattıktan sonra insanı Dünyaya göndermek için Allah 15 milyar sene beklemiş değildir; kâinatın ilk ânı da, ebediyet âlemlerinin en uzak köşeleri de zaten Onun nazarında beraberdir. Kaldı ki, kâinatın ve insanın yaratılışı arasında geçen zamanın hiçbir ânı ve kâinatın hiçbir köşesi, hiçbir zaman Onun ezelî isimlerinin tecellîlerinden nasipsiz kalmamıştır. O her an bir tasarruftadır.”1 âyet-i kerîmesinin hükmünce, Onun her mahlûkuna ve zaman denen mahlûkunun da her safhasına lâyık nice tecellîleri vardır!

Allah’ın ezelî nazarında bir ân ile sonsuzluğun hiçbir farkı bulunmadığını bilmenin en tatlı meyvesi ise, Onun nazarına bir an arz olunmanın” mânâsına ulaşabilmektedir. O mânâyı bütün ruhuyla tatmış ve bütün hayatı boyunca her an o mânânın zevkini çıkarmış ve keyfini sürmüş olan birisine, bütün hayatının meyvesini öyle bir an” için bir çırpıda feda edivermekten daha lezzetli bir şey yoktur:

Hem o şuur-u imanî ile, netice-i hayatım ve sebeb-i saadetim ve vazife-i fıtratım olan Resâil-i Nur dahi zıyadan [kaybolmaktan], mahvdan, faydasız kalmasından ve manen kurumasından kurtulmalarını ve meyvedar, bakî kalmalarını o intisâb-ı imanî ile bildim, hissettim, kanaat getirdim; kendi bekamın lezzetinden çok ziyade bir manevî lezzet duydum, tam hissettim. Çünkü, îmân ettim ki, Bâkî-i Zülkemâlin bekası ve varlığı ile Resâilü’n-Nur yalnız insanların hafızalarında ve kalplerinde nakşolmuyor; belki hadsiz zîşuur mahlûkatın ve ruhanîlerin bir mütalâagâhları olmakla beraber, rızâ-i İlâhîye mazhar ise, Levh-i Mahfuzda ve elvâh-ı mahfuzada irtisam ederek sevap meyveleriyle tezeyyün eder. Ve bilhassa Kur’âna mensubiyeti ve kabul-ü Nebevî ve inşaallah marzî-i İlâhî cihetiyle, bir anda vücudu ve nazar-ı Rabbâniyeye mazhariyeti, umum ehl-i dünyanın takdirinden daha ziyade kıymettar bildim.”2

İşte bu sır içindir ki, Şâhid-i Ezelînin nazarına arz olunmak, her varlığın en birinci ve en yüce yaratılış gayesidir.

Bu sır içindir ki, Onun nazarında bir an sonsuzluk olur; Onun rızâsına mazhar bir küçücük hal ve bir kısacık zaman, ebedî Cennet âlemlerinden daha yüksek bir mevki alır.

Bu sır içindir ki, bir ömür boyu çabalamakla elde edilemeyen bir mertebeye bazan bir anda ulaşılır.

Yine bu sır içindir ki, bu minik gezegen üzerindeki bir fâni varlığın fâni ömründen bir kısacık âna sığan ve kendisinin bile çoktan unutup gittiği bir söz, bir hareket, bir tefekkür, Ezel ve Ebed Sultanının ne ilminden, ne nazarından hiçbir zaman hiçbir şekilde uzak kalmaz da, sahibini ebedî bir vuslata mazhar eder.

Bu sırrı bir kere yakaladı mı insan, gözünde ne halkın alkışları, ne dünyanın şaşaası, ne tarihin şan ve şerefi, ne de kâinatın birkaç milyar senelik fâni ömrü kalır! Çünkü bir kısacık ân içinde Âlemlerin Rabbiyle ebediyen beraberdir o.

Ömürleri içinde o kısacık ânı yakalayabilenlere müjdeler, olsun!

 

1. Rahman Sûresi, 29.

2. Şualar, s. 51.