TR EN

Dil Seçin

Ara

Karadelikler Ve Evrenin Sonu

Kara delikler gök cisimlerini yutarak gitgide devleşiyor ve güçleniyor. Daha büyük bir iştahla yutmaya başlıyor. Merak edilen ise bu yutuşun ve büyümenin nereye kadar varacağıdır. Nihayette bütün kâinat bir kara delik olabilir mi? Karadeliklerin bir “kıyamet makinası” gibi çalışması karşısında, uzmanlar “Her an kopabiilir mi?” sorusunu ister istemez gündeme getirmektedir.

Yıldızlar büyüklüklerine göre farklı bir sona muhatap olurlar ve ecelleri büyüklüklerine bağlı değişir. Merkezî kütlesi, Güneş kütlesinin yaklaşık 1.5 katından aşağı olan yıldızlarda yakıt konumundaki hidrojen, önce helyuma sonra da helyumun tamamı karbon ve oksijene dönüşür. Bu füzyon dönüşümleri sonucunda yıldızın tüm enerjisi biter ve yıldız beyaz cüce haline gelir. Beyaz cüceler oluşurken, atomlar öyle büyük kuvvetlerle sıkışır ki, çekirdeğin etrafında dolanan elektronlar, çekirdeklerinden ayrılırlar. Yıldız, dünyamız kadar küçüldüğünde, elektronlar uygulanan yüksek basınca karşı çıkar. Yıldız da artık daha ileri büzüşemez. Dünyamızı aydınlatan Güneş, zamanı gelince böyle bir ecele muhatap olacak.

Merkezî kütlesi Güneş kütlesinin 1.5 katından büyük kütleli yıldızlara gelince: Onların nasıl bir sona muhatap olacağı uzun süren araştırmalardan sonra cevap buldu.

1928 yılında, fizik doktorasını yapmak için İngiltere’ye doğru yola çıkan Hintli bilim adamı Chandresekhar, bir ay süren gemi yolculuğu süresince kamarasına kapanmış, harıl harıl çalışıyor, yıldızların nasıl öleceğine kafa yoruyordu. Bu esnada çok ilginç bir şey keşfetti. Eğer bir yıldızın kütlesi, Güneş’in yaklaşık 1.5 katı ve daha fazlasıysa bu yıldız büzülmeye başladıktan sonra beyaz cüce safhasında kalamazdı. Daha da küçülürdü. Genç araştırmacının fikirlerini kabul ettirebilmesi zordu o zaman. Nitekim Sir Eddington, yıldızın bu kadar küçülmesine evrendeki kanunlarının izin vermeyeceğini söyleyerek Chandresekhar’ın çalışmasını geri çevirdi. Ne var ki zaman Chandreskhar’ı haklı çıkaracak ve reddedilen bu çalışmasıyla Nobel ödülü kazanacaktı.

Aynı yıllarda Amerikalı Oppenheimer, öğrencisiyle hazırladığı “Sürekli Kütle Çekimsel Büzülme” adlı makalesinde problemin üstesinden geldi. Buna göre sözü edilen kütlede bir yıldız, ömrünün sonuna gelirken, beyaz cücelerin elektron basıncı sonucu yakamadığı karbon-oksijen zengini tabakayı da tepkimeye sokabilir. Çünkü bu denli büyük kütle nedeniyle oluşan basınç, yıldızın sıcaklığını 700 milyon dereceye kadar yükseltebilir.

Ard arda oluşan diğer tepkimeler sonunda; yıldız silisyum ve demir zengini bir kütleye dönüşür. Artık demir, merkezdeki sıcaklık ve basınç ne olursa olsun termonükleer tepkimeye giremez. Bu halde, yıldız atomlarındaki eksi yüklü elektronlarla, artı yüklü protonlar birleşerek yüksüz nötronları oluştururlar. Oluşan nötronlar daha az yer kapladıklarından yıldız, çok çok güçlü ışın yayan âni bir çökme ânı yaşar. Bu çökme ânında yayılan enerji o kadar fazladır ki; yıldızın doğumundan o âna kadarki yaydığı toplam enerjiye denk gelir. Şiddetli bir patlama vuku bulur. Bu bir süpernova patlamasıdır. Süpernova patlamasından arta kalan nötronca zengin bir ‘nötron yıldızı’dır.

Oppenheimer, nötron yıldızının özellikleri üzerinde çalışırken bir an, incelediği yıldızın merkezi kütlesinin Güneş kütlesine göre 2.5 katı ve fazlası olduğu durumu hayal etti. Hiçbir kuvvetin, böyle bir yıldızın basıncını dengeleyemeyeceğini düşündü. Saniyeler içinde: elektronlar, nötronlar ve protonların birbiriyle karışması sonucu, yıldız daha fazla küçülüp, uzayı diğer gök cisimlerinden daha çok eğip bükerdi. Bunun sonunda, küçülme o kadar anlamsızlaşır ki artık ortada ne nötron, elektron, kuark ne de madde kalırdı. Sadece, boyutsuz bir noktaydı kalan; ‘tekillik’ ve karadelikler...

Çökme sonucu uzay-zamandaki ‘eğriliğe’ baktığımızda artık yıldıza ilişkin hiçbir şeyi algılayamadığımız an; yıldızın, ‘olay ufku’nun altında kaldığını kabul ederiz. Olay ufku bizim, hiçbir fiziksel incelemede bulunamadığımız uzay parçasıdır. Çünkü olay ufkundan ötesini, bizim yasalarımızla açıklayamayız. Âdeta başka bir evrendir orası ve orada ne olup bittiğini bilmenin bir yolu henüz bilinmiyor. Bir yıldızın olay ufku, yıldızın çökmeden önceki kütlesiyle yakından ilişkilidir. Örneğin, kütlesi Güneş’in kütlesinin 10 katı olan bir yıldız, çapı 60 km olan bir olay ufkuna sahiptir. Kütle arttıkça, olay ufku da genişler.

Bu anlattıklarımıza bakılırsa, aslında bir karadeliğin oldukça basit bir yapıda olduğunu anlamak zor değil. Olay ufkuyla çevrelenmiş bir tekillik... Hepsi bu kadar! Orada, ne atomları, ne kayalar ne de uzaydaki gaz ve toz bulutları vardır! Yıldızı oluşturan tüm madde; karadeliğin merkezindeki tekillik noktasında yok olmuştur. Elimizde kalan tek şey, sonsuz eğilmiş uzay-zaman’dır. Arkası meçhul!

Bildiğimiz oraya girdiğimizde başımıza gelenlerden bazıları karadeliğin çevresindeki olay ufkunun içinde ise “zaman içinde” hareket etme özgürlüğü kazanacağımız.

 

Einstein-Rosen Köprüsü

Bir kağıt parçasının yüzeyi iki boyuttan ibarettir. Kağıt düzleminin üzerinde yaşayan iki boyutlu insanların yaşadığını farzedelim. Bunlar, Edwin A. Abbott’un meşhur romanı Flatland’deki (yassı ülke) iki boyutlu evrenin sakinlerinden başkası olmayacaktır. Yassı ülkeliler yalnızca iki boyutlu; sağdan sola ve önden arkaya hareketleri fark edebilirler. Yukarı aşağı gibi kavramları hayal bile edemezler. Kağıt düzleminin altında ve üstünde ne olup bittiğini, üçüncü boyutta bir uzay-mekanın bulunduğunun farkında değillerdir. “Parelel sayfaların” bulunduğunun da.

İşte dördüncü beşinci üst boyutların ve mekanların varlığını idrakte niçin zorlandığımızı bu örneğin dürbünü ile bakabiliriz. Bir yassı ülke sakininin üçüncü boyutu anlayamaması gibi, insan aklı da böyle bir şeyi sezgisel olarak kavrayabilse de anlamakta güçlük çeker. Kur’an’ın haber verdiği âhiret âlemleri ile ilgili anlatılanları iman etmekle birlikte kavramakta zorlanmamız, onların üst boyutlarla ilgili olmasıdır.

Einstein’ın genel izafiyet teorisi, paralel evrenleri birbirine bağlayan ‘köprülerin’ olabileceğini kabul eder. Genel İzafiyet, çekim gücü yanında uzay ve zamanı içine alan, bunların iç içe geçmiş olduğunu gösteren anlaşılması kolay da olmayan bir teori. Bu teoriye göre bir çekim alanı, uzayda bir bükülme-eğilme oluşturur (Einstein’ın genel izafiyet teorisine göre, kütlesi olan her cisim uzay-zamanın eğilmesine yol açar.) Üç boyutlu uzay, dördüncü boyuta doğru eğilir.

Yassı ülke benzetmesine dönelim ve yassı ülkeyi kağıt düzlemi yerine çok ince ve kolayca gerilebilen lastik tabakadan oluşturalım. Çekim gücüne sahip ve ağırlığı olan bir nesnenin bulunduğu bir yerde, bu tabaka aşağıya, yani üçüncü boyuta doğru gerilecektir. Böyle bir durumda lastik tabaka çukurlaşacaktı. Ama bu eğrilik ve onu oluşturan kütle, yassı ülkeyle tamamen bağları koparmaz yine yassı ülkenin boyutsal çerçevesine bağlıdır. Bundan dolayı yassı ülkeliler de bu eğimden aşağıya inebilirler.

Bir karadelik o kadar ağırdır ki, üzerinde durabileceği hiçbir yüzey yoktur. Çekim gücüyle, herhangi bir cismi sürekli içeriye doğru çeker. Bu yüzden karadeliğin içindeki kıvrılma da çok şiddetlidir. Öyle ki ‘lastik tabaka’ ‘delinerek’, yassı ülkeden üçüncü boyuta açılan bir ‘tünel’e dönüşür. Karadeliğe düşen yassı ülkeliler de, bu tünelden aşağıya doğru çekilecekler ve kendi evrenlerinden ayrılmak zorunda kalacaklardır.

1930’larda, Einstein ve Rosen, uzay-zaman eğilmesinin, karadeliklerde zirvede olması gerektiğini söylediler. Onlara göre; oluşan bu “uzay eğriliği” başka bir evrene açılmalıdır. Durağan karadeliklerin bu özelliğine “Einstein-Rosen Köprüsü” denir. Bir düşünceye göre karadeliğin açıldığı ikinci evren, bizim evrenimizin uzak bir köşesidir. Eğer uzayın düz olduğu kabul edilirse, bu durumda oluşan delik bir elmanın içindeki kurdun yolunu andırır. O halde karadelikler başka evrenleri-uzayları birbirine bağlayan ‘kurt delikleri’ olabilir. Evrenimizde, çok sayıda karadelik bulunduğuna göre uzay, birbiri içine geçmiş sayısız tünellerle birbirine bağlanmış durumdadır.

Albert Einstein ve Nathan Rosen, karadelik tünellerini matematiksel olarak incelemişler ve ilginç bir sonuca varmışlardı: Tünel, sonsuza uzayıp gitmez. Bir noktadan itibaren yeniden genişleyerek, başka bir evrenin parçası haline gelir. Bu demektir ki birbirinden çok uzak iki ayrı ‘yassı ülke’ evreni, bir Einstein-Rosen Köprüsü’yle birleştirilebilir. Bu köprü bir evrenden bir karadelik halinde düşmektedir. Burada uzayın biçimi bozulmakta ve bir huniye benzemektedir. Sonra da ters dönmüş bir huni halinde başka bir evrene açılmaktadır. Sonuçta, iki evren dar bir tünelle birbirine bağlanmış olmaktadır. Yassı ülkeli bir astronot bir karadeliğe düşerse, beyaz delikten geçerek başka bir evrene ulaşacaktır.

Einstein ve Rosen’ın hesapları, bizim üç boyutlu evrenimizdeki bir karadeliğin içinde neler olacağını da bazı açıklamalar getirmektedir. Burası dördüncü boyuta açılan tünel olduğundan, bir karadeliğe düşen bir astronot, sonunda başka bir evrene çıkabilir.

Bazı bilim adamlarına göre dönen ve (tercihen) elektrik yükü olan karadeliğin içi, kendine karşı gelen bir ak delikle birleşik durumdadır. Bu tür bir karadeliğin içine girdiğimizi düşünelim. Atomlara parçalanmadan, kuanta dönüşmeden, burnumuz bile kanamadan, kara ve ak delikleri birleştiren kurt deliği tünelinden geçer, ak delikten fırlayıp başka bir evrene geçebiliriz. Ya da başka bir fizik dünyaya tekrar dönebiliriz. Ak delik kâinatın çok başka yerlerinde, hatta başka bir evrende ya da zaman içinde geçmişte ya da gelecekte yer alabilir. Bu delikler vasıtasıyla zaman içinde de yolculuk yapmış oluyorsunuz. Üstelik ışık hızıyla bile milyonlarca hatta milyarlarca yılda gidebileceğiniz bir yere, göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir sürede.

 

Karadeliklerin Arkası

Uzay demek ‘mekan’ demektir ki, yıldızın kendi mekanını yutması bilim dünyasınca ilk defa karşılaşılan bir olay. Zamanın ‘donarak’ durması, kara deliklerdeki tekilliğin en belirgin ve şaşırtıcı özelliklerinden birisi. Düşünün ki, bir yıldız, kendini, kendi ışığını, kendi hacim, yer ve zamanını yutmakta, bambaşka bir keyfiyetle ortaya çıkmaktadır.. Bundan daha şaşırtıcı ne olabilir ki? Yıldız kendini ve yuttuklarını belki de bir başka alana; Parelel Evrenlere atıyorsa, karşımıza fizik ötesi farklı boyut ve evrenler bilimin gündemine girmiş demektir. Bu fizik ötesi boyut ve uzayları Kur’an’da sözü edilen âhiret âlemleri olamaz mı?

Birer “yıldız yerleri” olan karadelikler sonsuza yaklaşan çekim güçleri ve mevcut fizik yasalarına ters gelen özellikleri ile herkesi şaşırtıyor. Öylesine küçük noktalar nasıl olup da böylesine akıl almaz çekim gücüne ulaşabiliyor? Karadelikler teorik bir fanteziden ibaret zannedilmişti önceleri. Gelişen gözlem araçları, karadeliklerin varlığını doğrulamaya başlayınca, evrenin bu enerji santraları ve görünmez kuyuları, gökbilim ve kozmolojinin en gözde konuları arasına giriyor ve günlük konuşulanlar sırasına yükseliyordu. Gün geçmiyor ki madde yoğunluğunun ve uzay eğriliğinin zirveleştiği hatta sonsuza ulaştığı bu noktalarla ilgili yeni özellikler keşfedilmesin, yeni haberler duymamış olalım.

Karadeliklerde zamanın durması, ya da farklı bir keyfiyete bürünmesi ebediyet kavramını hatıra getirmekte, sonsuz uzayları, ya da âhiret âlemlerini gündemimize sokmaktadır. Vakıa sûresinin 75. âyetinde “yıldızların mevkileri ve yerleri” üzerine yemin edilir. Yıldızın kendisine değil “yıldız yerlerine” vurgu yapılmasından ayetin bir yorumunun karadeliklerle ilgili olduğunu düşündürmektedir. İzleyen âyette “bunun ne büyük bir yemin olduğuna” dikkat çekilmesi “Karadelikler öteki dünyalara açılan ‘gök kapıları’ mı?” sorusunu akla getirmektedir. Zira karadelikler gibi fiziğin ötesini ilgilendiren ve sonsuzluğu gündemimize taşıyan keşifler, en azından mevcut fizik yasalarının ördüğü “hapishane” ile sınırlı olmadığımızı ve kâinatın sadece fizik dünyalardan ibaret kalmadığını göstermektedir.