TR EN

Dil Seçin

Ara

Satır Arkası

Boyacı

Bahar zamanı imiş. Dağıstanda bir yolcu, köyden köye giderken bir dağ eteğine varmış. Bakmış; kırmızı, mavi, sarı, mor, pembe, beyaz çiçekler, bir tepenin yamacını kaplamış.

Hafif rüzgârlar ile dalga dalga köpüren bu renk ve ışık tufanı, yolcuyu bir yıldırım gibi çarpmış, neler olmuş o anda, kimbilir neler olmuş; başlamış bağırmaya:

Neredesin boyacı; boyacı sen nerdesin?”

Renkleri öpen bu ses, vadileri dolaşmış; dağlarda yankılanıp köy ve kasabaları çınlatmış, şehirlere ulaşmış.

Neredesin boyacı; boyacı sen nerdesin?”

Bu zavallı meczûbu çocuklar taşlamışlar; büyükler kovalamış... O, istifini bozmaz; gözü meçhul bir ufkun çizgisine dikilmiş, mütemadiyen arar, sorar dururmuş.

Karanlık gecelerin korkunç hayalleri bu suali dinlemiş, tipilerin feryadı ve şimşek şakırtıları bile bu sesi boğamamış.

Neredesin boyacı; boyacı sen nerdesin?”

— Ali Nihat Tarlan

 

***

 

Sağlam kafalar, sağlam vücudlarda olur”muş!

Bülbül, dalında şakımak için mutlaka iri bir gürgen gövdesi aramaz... Zekânın, içinde ışıldayacağı vücud fanusunda manken endamı aramadığı gibi.

Tarihin fikir ve sanat galerisini dolduran müstesna kafalar, çok defa, eski Yunan heykellerinde olduğu gibi şişkin pazular, kabarık göğüsler, geniş omuzlar ve adaleli bacaklarıyla mevzûn ve müşekkel bedenler üzerinde durmuyor... Herkül kafaların çoğunda Herkül vücûdu yoktu.

Ezoptan Miltona, Nietzscheden Marcel Prousta, Byron’dan George Orwella, Toulouse Lautrecten Van Gogh’a... kadar düşünce ve sanatta renk renk eserleriyle parıldayan hasta ve sakat yıldızlar sıralansa, âdeta sağlam kafa ve kalpler için, arızalı vücudlara ihtiyaç varmış zehabına kapılmak bile mümkündür.

Karamazov Kardeşler’i manda kadar besili ve kudretli bir halterci değil, her hafta sara krizleri geçiren Dostoyevski yazdı. Keza Yalnızız da çam yarması bir atlet tarafından değil, ömrü hastalıklarla geçmiş Peyâmi Safanın dermansız elleriyle yazılmıştı!..

Görmek için gözlerin, işitmek için kulakların sıhhatli olması yetmez.

Kaç milyon çift keskin göz, gözleri görmeyen Cemil Meriç’in gördüklerini görebilmiş, kaç milyon çift keskin kulak, kulakları duymayan Beethovenin duyduklarını duyabilmiştir? 

İnsanlık pek çok meselenin cevabıyla, pek çok hassasiyeti beyni tümörlü Pascalla, hasta ve mustarip Baudelaire’den öğrendi: Katırlar kadar sağlıklı yüzücü Spitzlerden, yumrukçu Foremanlardan, golcü Maradonalardan değil!...

Zekânın yetiştiği toprak, ne futbol çimenliğidir ne Kırkpınar çayırı.

Nice sağlam vücudlar gördüm ki, gerçekten de sağlam kafalar taşıyorlardı: mermer gibi, beton gibi, odun gibi!

 

— Öyle sözler vardır ki, üzerinde düşünülmeden, sorgulanmadan doğru olduklarına, gerçeği dile getirdiklerine inanılır. Düşünmeyi ve sorgulamayı pek sevmeyen toplumlarda bu türden hazır sözler herkesçe ezbere bilinirler. Yazdıklarıyla söze yeniden itibar kazandıran, merhum M. Selâhaddin Şimşek, bu yazısıyla bir kez daha ezberimizi bozuyor. Her büyük fikir adamının yaptığı gibi.

 

***

 

NİSAN: Süryanicede nisanna olarak yer alan bu kelime, Akadcada ise, nisannusolarak bilinir. Süryanî, Sümer, Akad ve İbrani dillerinde kullanılan ortak bir kelimedir. Eski kaynaklarda, nasanus, nasanna, nusanus, nusanna.. gibi değişik yazılışları vardır. Türkçeye nasıl geçtiği tam olarak bilinmemektedir. Kimi tarikatlarda nisan tası’ denen bir kap vardır. İlk yağan Nisan yağmuru bu kaplarda saklanır ve bunun bereket ve uğur getirdiğine inanılır. Türkçede nisan ayına kırçanayı da denir. Kırçan ayı: yani kırların çiçek çiçek açtıkları zamanın geldiği ay...

 

***

 

Eğlenceli tarih”

BİR ZAMANLAR İNGİLTERE

İngiliz diline yerleşmiş ilginç ve hatta saçma görülebilecek deyimlerin, 1500lü yılların İngilteresinde insanların gündelik hayatlarına ait basit gerçeklikleri dile getirdiğini biliyor muydunuz? İşte XVI. yy. İngilteresinden bazı tuhaf manzaralar:

İnsanların çoğu Haziranda evleniyordu. Çünkü senelik banyolarını Mayıs ayında yapıyorlar, Haziranda hâlâ çok kötü kokmuyorlardı. Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu.

Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu. Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti. Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak da bebekler aynı suda yıkanıyordu. Bu esnada su o kadar kirli hâle geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü. İngilizcedeki Banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın.” (Dont throw the baby out with the bath water.) deyimi buradan gelmektedir.

Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında tahta bulunmuyordu. Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler, böcekler) çatıda yaşıyordu. Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşüyordu. İngilizcedeki kedi-köpek yağıyor” (Its raining cats and dogs.) deyimi buradan gelmektedir.

Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu. Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı oluşturuyordu. Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü yataklar buradan gelmektedir.

Zemin topraktı. Sadece zenginlerin zemini topraktan başka bir şeyden yapılmıştı. Toprak kadar fakir (dirt poor) tabiri buradan çıkmıştır.

Yemek pişirme işlemi her zaman ateşin üzerine asılı durumdaki büyük bir kazanın içinde yapılıyordu. Her gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler ilâve ediliyordu. Çoğu zaman sebze yeniyor, et pek bulunmuyordu. Akşam yahni yenirse artıklar kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek ertesi gün tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu.

Bazen bu yahni çok uzun süre kazanda kalıyordu. Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye lapası dokuz günlük” (peas porridge hot, peas porridge cold, peasporridge in the pot nine days old) tekerlemesinin menşei budur.

İngiltere eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini gömecek yer bulamamaya başlamıştı. Bunun için mezarları kazıp tabutları çıkarıyor, kemikleri bir kemik evi”ne götürüyor ve mezarı yeniden kullanıyorlardı. Tabutlar açıldığında her 25 tabutun birinde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü. Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı.

Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi tabuttan dışarıya taşıyarak bir çana bağladılar. Bir kişi bütün gece boyu mezarlıkta oturup zili dinlerdi. Buna mezarlık nöbeti (graveyard shift”) denirdi. Bazıları zil sayesinde kurtulur (saved by the bell”), bazıları da “ölü zilci” (dead ringer) olurdu.