TR EN

Dil Seçin

Ara

Küçük Derviş

Karşıdan karşıya geçirilmek ister gibi bir hali yoktu. Zaten elini tutmak istesem eli de yoktu. Kimseden yardım istememişti. Bana da bir şey demedi esasen. Ama ben bir şey demedi diye onu yolun ortasında öylece bırakamazdım ki. Önce son model iki tekerlekli aracımı kenara park ettim. Arkasına geçip bir süre izleyeyim şunu dedim. 

Hava güneşli gibi görünse de ısıran bir soğuk vardı. Beklemeye koyulunca mühim bir iş yaptığımı düşündüğümden olsa gerek üşüdüğümü de hissetmedim. Yoldan gelip geçenler sabahın bu saatinde deli midir nedir, bu kadının bu yolun kenarında ne işi var deseler ne derim diye düşünmek bile gelmemişti aklıma. Onu sağ salim karşıya geçirene kadar şuradan şuraya gitmem diye kimsenin duymadığı bir yemin etmiş gibiydim. 

Önce işe gitmeye hazırlanan daha afyonu patlamamış olduğu her halinden belli olan orta yaş üstü bir amcayı gördüm arabasına binerken. Göz göze gelecek kadar yakın değildik ama günün o ilk saatlerinde orada öylece heykel gibi duran beni gördüğüne adım gibi emindim. Anlam veremedi önce. Aracının bulunduğu yöne bakılırsa benimle onun bulunduğu yolu kullanacaktı. Anladım. Motor sesini duyar duymaz ürktü. Yavaşça yanına eğildim “Korkma sen devam et, ben burdayım kimse aracını senin üstüne süremez” dedim. Duymuş mudur sanmam çünkü sağır olduğunu biliyorum. Ne demeye konuştum. Bilmem. Bazen iyiliğin sesini duymak ister ya insan demek bana o iyi geldi. 

Adam her sabahki gözü kapalı ezbere bildiği yoldan geçerken egzozu bağırtmadan sakince sürdü aracı. Gaza basıp yanımızdan bir rüzgâr gibi de geçebilirdi. Belki her sabah herkesin yaptığı gibi o da öyle yapıyordu bir şeylere yetişmek için. Usulca penceresini açtı, bir yandan direksiyon hâkimiyetini sağlayıp bir yandan da başını dışarı sarkıtıp büyük bir titizlikle tekerleğin geçebileceği yeri denk getirmeye çalışıyordu. Yavaşladı yavaşladı ve bize bakıp gülümseyip sakince geçip gitti. Ben bu tebessümü, bir büyüğüme hürmet eder gibi, gönderilen bir selâmı yerine iletir gibi aldım başımın üstüne koydum.

Yolun daha çok başındaydık saate baktım. Bir yerlere geç kalacağım korkusuyla değil. Bu kez  zamanı ölçen ben olmak istediğim için. Kimler ve neler için ziyan ettigim saatlerin yanında burada harcayacağım her dakika daha kıymetli geldi gözüme. 

Daha iki adım ancak ilerleyebilmiştik. Evdekiler kahvaltıya bekliyordu, unuttum. Üstelik ekmek alacaktım o da çıkmıştı aklımdan. Hadi biraz daha hızlan diye zorlayamazdım onu, bu çabasına büyük saygısızlık olurdu. Yoksa ne olacak tüy kadar hafif, alıp iki yanından karşı tarafa koyuvermem saniyelik meseleydi ama birden o mini minnacık haliyle karşıma dikilip “Oldu mu şimdi yaptığın, ben bilmiyor muyum yani gitmeyi!” diyecek sandım.

Şu 10-15 adımlık mesafesi bana takdire şayan ulvi bir yolculuk gibi geldi. Bir saygı duruşu edasıyla onun mücadelesini seyretmek hoşuma gitmeye başlamıştı. Daha fazla şeyler yapmak istedim. Çılgınlıksa çılgınlık. Hem kim sorsa izah edebilirdim. Belki kimsenin umurunda bile olmazdı. Belki de birileri etrafına bakmaya zaman ayırır da benimle birlikte bekler, bana yardım ederdi. Belki kendi hızına bir virgül koyduğu için kendine yardım etmiş olurdu. Kim bilir?

Hızlı gelen bir aracın altında kalacak, zarar görecek diye bekçi gibi beklemekten; bir aşık gibi ardından hayran hayran bakmaktan başka şeyler de yapabilmeliydim.

Yolun her iki tarafını kapatma fikri aklıma yattı. Ama nasıl? Önce yolun bir başına bisikletimi koydum gören başka bir sokağı kullansın, yol mu yok!.. Sonra karşı binanın tadilatı için bırakılmış turuncu dubalardan birini alıp onu da yolun diğer tarafına koydum. Oldu bitti. Öfkeli araçların sabırsız şoförleri bizi görür görmez hemen bir yan sokağı kullanmayı tercih etti. Belli ki bir şey olup olmadığını merak edecek kadar önemli bulmadılar manzarayı.

Sonra yanına gidip her şeyin yolunda olup olmadığına baktım. Her şeyden bihaber hala yavaş yavaş yolun karşı tarafına geçmeye devam ettiğini görünce yaptığım iş daha bi anlamlı geldi. Her şeyin bu kadar hızlı aktığı hayatın curcunasında onun yavaşlığı nedense ruhuma ilaç gibi geldi. 

Saate ikinci kez baktım tam tamına kırkbeş dakika geçmişti. Kırk beş dakika... 

Neden bu kadar geç kaldığımı soran olursa büyük kabuklu bir salyangozu karşıdan karşıya geçirdiğimi söylerim. Kabuğunda dönen dünyayı gördüğüm bir yorgun salyangoz vardı derim. Koca evini sırtında taşıyan kira derdiyle uğraşmayan biri ayağıyla üzerine basmadığı sürece kendi yükünün altında ezilmeden yavaşça yaşamaya çalışan bir salyangoz gördüğümü anlatırım onlara. 

Yavaşlamanın başa bela olduğu bu hikâyede, soran olursa, ayaklar altında basılıp tüm ezilenlere sahip çıkmak ister gibi bir salyangozun asil yolculuğuna eşlik ettim derim. 

Hızlı olmanın bir halta yaramadığı şu hayatta yavaşlıkta buldum sükûneti derim. 

Ölümün ansızın gelip çatmasından korkmayan, ölümden insanlar gibi köşe bucak kaçmayan salyangozlarda yüce bir şeyler bulduğumu söylerim.

Dalga geçecek olanlara da salyangoz demem de cübbesi kendinden menkul bir küçük derviş, bir küçük kırk uyur der geçerim.