TR EN

Dil Seçin

Ara

İnsan, Benlik Duygusu ile Kendini ve Rabbini Nasıl Bilir?

İnsan, Benlik Duygusu ile Kendini ve Rabbini Nasıl Bilir?

Bediüzzaman Hazretleri, “Ben kendime mâlik değilim. Ancak mâlikim kâinatın mâlikidir.” buyurur. Bu ifadeleri “İnsan kâinat ağacının en son ve en cem’iyetli meyvesi…” tarifiyle birlikte düşündüğümüzde hayalimizde şöyle bir hakikat canlanır: Bir meyve hal diliyle diyor ki diyor ki, “Ben kendime malik değilim, ağacım kimin mülkü ise ve beni ondan kim süzmüş ve yaratmışsa ben onun mülküyüm.”

İnsan da kâinat ağacının meyvesidir. Kâinata sahip olmayan insana sahip çıkamaz. Bu hakikati nefsimize iyice öğretmeli ve ona “Malikim kâinatın mâlikidir” dersini sıkça tekrarlatmalıyız. Bu dersten gaflet edilmesi halinde, nefis kendini kendine malik zannedecek ve yaptığı faydalı işleri, ortaya koyduğu sanat eserlerini, kazandığı serveti, edindiği bilgiyi hep kendi nefsine mal etmekle mütemadiyen “ben, ben” deyip duracaktır. Ve Mâlik-i Hakiki’den ettiği bu gaflet onu zamanla istikametten uzaklaştıracaktır. 

Bedenimizdeki bütün organlardan, malımıza ve mülkümüze kadar her şey üzerinde kendi irademizle tasarrufta bulunuruz. Ancak biz ne bedenimizin hakiki malikiyiz, ne de malımızın. Bütün bunlar bir ömür boyu bize emanet olarak verilmiştir ve onları yerinde kullanıp kullanmamaktan imtihan edilmekteyiz.

Zerre kadar hayır da şer de kaydedilmektedir. Bunların tamamı mahşerde teşhir edilecek ve mizanda hepsinin hesabı sorulacaktır.

İşte bundan gaflet eden bir insan, “kendisini kendisine mâlik zannederek hâkimiyet tevehhümünde bulunur.” Bu vehmin neticesi ise, insanın kendi varlığını ve ona emanet verilen bütün nimetleri nefsinin dilediği gibi kullanması ve mesuliyet altına girmesidir.

Meselâ, “Ağız benim mülkümdür.” vehmine kapılan bir insan, canının her istediğini yer ve nefsinin dilediği her şeyi konuşur. Ağzın bir emanet olduğunu bilen bir mü’min ise yiyip içerken de konuşurken de İslamî ölçülere uymaya azamî hassasiyet gösterir.

Yine Bediüzzaman Hazretlerinden bir nakil yapalım:

“Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir; öyle de ‘Kendime mâlikim.’ diyen adam, ‘Her şey kendine mâliktir.’ demeye ve îtikad etmeye mecburdur.”            

Bir insanın, “Ben kendime malikim” demesi de buna benzer. Allah’ın mülkünü kendine mal etme yoluna giren bu adam, o ters yolda rahatça gidebilmek için herkesi o yanlış yolda görmek ve o yola çekmek isteyecek ve bütün insanlara hakiki malikiyet tanıyacaktır. Artık onun nazarında herkes “Ben kendi ilmimle kazandım.” diyen Karun gibi “Ben yaptım, ben başardım.” diyecektir. İş bu kadarla da kalmayacak, aynı ters mantığı sebepler âlemine de mal edecek, “Güneş gezegenlerini şöyle çeviriyor, hava kanı böyle temizliyor, …” diyecektir.

Halbuki bunların hepsi Allah’ın mülkü, O’nun mahluku ve O’nun askerleridirler. Hepsinin hem kendilerini hem de yaptıkları işleri yaratan O’dur.

Devamında şöyle buyrulur:

“Ve bu vesile ile Allah’ın mülkünü, malını kendilerine taksim ederek ahkâm-ı İlâhiyeye karşı muaraza ve mübarezeye başlar.”

“Ahkâm-ı İlâhîyeye karşı muaraza ve mübareze” ifadesi insana bakmaktadır. Zira ne cansız varlıkların, ne de bitkilerin ve hayvanların İlâhî hükümlere karşı gelmeleri düşünülemez. İnsana cüz’î irade verildiğinden bu büyük nimeti yanlış kullananlar yaptıkları işleri kendilerine mal ederler. Bununla da kalmayıp, İlâhî hükümlerin zıddı bir yola girerler. Allah’a şirk koşar, yanlış itikatlar taşır, isyan yolunu tutarlar.

Bir asker, asker olduğunu unutmadığı müddetçe emir dinler ve emir altında hareket eder. Ama bu asker kendini kumandan zannetse artık hiçbir emri dinlemez, kendi başına buyruk olur.

İşte, bütün isyanların altında bu büyük gaflet ve bu yanlış mantık yatmaktadır. Kul olduğunu, dün bir damla su iken Allah’ın terbiyesiyle insan haline geldiğini, O’nun rahmetiyle “gören, işiten, düşünen, inanan” bir varlık olduğunu, “havadan, sudan, mevsimlere, güneşe, aya kadar bütün bir âlemin onun emrine verildiğini” düşünen insan, kendisini ve bütün bu varlıkları yaratan Allah’a kul olur, O’nun emirlerine uyar, yasaklarından hassasiyetle kaçınır. Aksi halde, âlemlerin Rabbine isyan ve hükümlerine karşı çıkma gibi aklın da vicdanın da kabul edemeyeceği bâtıl bir yola girer.

Ve çok önemli bir hakikat dersi:

“Halbuki Cenâb-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görüyor. Maalesef sû-i ihtiyar ile hâkimiyet ve istiklâliyete âlet ederek tam bir firavun olur.”

Bu dünya imtihanının bir muktezası olarak insana cüz’î irade verilmiş ve kendisine bu hür iradesini—hayır olsun şer olsun—her sahada kullanma imkânı tanınmıştır. Benlik ve hürriyet kavramlarının temelinde bu cüz’î irade yatar. Bunun bir neticesi olarak da insan, yaptığı işlere sahip çıkmakta, “Ben yaptım, ben çalıştım, ben başardım…” diyebilmektedir. Yine insan bu yaratılışının bir başka neticesi olarak da, “benim gözüm, benim elim, benim aklım, benim hafızam…” diyerek kendi âzalarına ve duygularına sahip çıkmaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri insandaki bu benlik ve hürriyetin doğru kullanılmasıyla Allah’ın sıfatlarının fehmedileceğini (bilineceğini), aksi halde insanın kendine ihsan edilen bütün iyilikleri nefsine mal etmekle, kulluğunu unutup hâkimiyet davası güdeceğini ve firavunlaşacağını ifade ediyor. 

Benlik ve hürriyet, “Hâlık’ın sıfatlarını fehmetmek için bir vâhid-i kıyastır.” Yani, insan kendi sıfatlarını bilecek, onlara bir yönüyle sahip çıkacak, benim ilmim, benim kuvvetim vs.., diyecektir ki, bunları mukayese unsuru olarak kullansın da Allah’ın sonsuz ilmini ve kudretini bilebilsin. Çünkü mesela, irade sıfatından mahrum cansız bir varlığın, Allah’ın iradesini bilmesi mümkün olmadığı gibi, ilim ve hikmetten nasibi olmayan bir hayvan da Allah’ın ilmini ve hikmetini bilemez. 

İnsan ruhuna, “hayat, ilim, irade” gibi sıfatlar, “hikmet, rahmet, gazap” gibi şuûnat verilmiş ve insan bunları, vahid-i kıyasî olarak değerlendirdiğinde Allah’ın iradesini, ilmini, hikmetini, bütün sıfatlarını ve şuûnatını bilme imkânına kavuşmuştur. 

Anadan doğma âmâ bir insana soruyorlar: “Sen görme denilince ne anlıyorsun? Zihninde nasıl bir şey canlanıyor?”

Adam şu enteresan cevabı veriyor: “Siz diyorsunuz ki falan kişi geliyor. Ben buna hayret ediyorum ki, onun geldiğini nasıl biliyorlar?”

İşte bize de ilim, irade, hayat gibi sıfatlar; merhamet, gazap, hikmet gibi şuûnat verilmeseydi Allah’ın ne sıfatlarını bilebilirdik, ne de şuûnatını. Bizim sıfatlarımız mahlûk olup Hâlık’ın sıfatlarına hiçbir cihetle benzemese de, o âmâ adam gibi de değiliz. İlâhî hakikatlerden söz edildiğinde onları bilecek ve onlara muhatap olabilecek bir yaratılışa sahibiz. 

“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56) âyet-i kerîmesinde geçen “ibadet” kelimesine Bediüzzaman Hazretleri ve birçok ulema “marifet” mânasını vermişler. Yani, “beni tanısınlar, bilsinler” diye yarattım. Zaten, Allah’ı tanıyan O’na ibadet eder. 

İşte marifetullah için yaratılan insanın ruhuna, Allah’ı tanıması için lüzumlu bütün kabiliyetler; duygular, sıfatlar ve şuûnat nakşedilmiştir. Artık insan, meselâ, “İlâhî rahmet” denilince, o âmâ adam gibi hayrette kalmaz; çünkü ruhuna merhamet sıfatı konulmuştur. Onu vahid-i kıyasî olarak kullanıp Allah’ın rahmetini bir derece bilebilir. Diğer sıfatlar ve şuûnat da buna kıyas edilebilir. Bunların tamamı nazara alındığında insanın marifet için yaratılmış olduğu daha iyi anlaşılır.

Birkaç örnek verelim:

• Benim kudretim şu kadar iş yapmaya yetiyor; Allah’ın sonsuz kudreti ise sayısız işleri birlikte ve gayet kolay idare ediyor.

• Şu tarla benim mülküm; ben ve benim tarlam da dahil olmak üzere bütün sema ve arz âlemleri ise Allah’ın mülkü.

• Ben bir anda ancak bir işi irade edebiliyorum; Allah ise hadsiz işleri birlikte irade ediyor.

• Ben sözümü tutan raiyetimi mükâfatlandırıyor, emrime karşı gelenleri ise cezalandırıyorum. Allah da emrini tutanları cennetine koyacak, kendisine isyan edenleri ise cehenneme atacaktır.

• Ben lüzumsuz bir iş yapmamaya, yaptığım her şeyden bir fayda çıkmasına  dikkat ediyorum. Allah’ın bütün tasarrufları, işleri de hikmet üzere cereyan ediyor, hiçbir işinde abesiyet görünmüyor.

Bu bölümün ilk cümlesinde şöyle buyurulmuştu:

“Halbuki Cenâb-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görüyor.”

Bu noktaya kadar, “benlik” üzerinde durmaya çalıştık. Biraz da hürriyet mefhumu üzerinde duralım:

Hürriyetin temeli, insanın cüz’î iradesini istediği gibi kullanabilmesine dayanır. İnsanlar ve cinler dışında hiçbir varlığa bu mânâda bir irade verilmemiştir. Ne balıklar karada, ne ceylanlar denizde yaşayabilirler. Meleklerin de iradeleri vardır, ancak onlar bu sıfatlarını kendilerine verilen vazifeyi kabul etmekte ve yapmakta kullanırlar. Ne Cebrail (as) ruh kabzedebilir, ne de Azrail (as) vahiy getirebilir. 

Hürriyeti “insanın başkasına zarar vermemek şartıyla dilediği gibi yaşayabileceği” şeklinde ifade ediyorlar. Bediüzzaman Hazretleri bu şarta ikinci bir şart daha ilave ederek hürriyetin İslamî tarifini şöyle yapıyor:

“Hürriyetin şe’ni odur ki; ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın.”

Buna göre, insan sadece başkasına değil, kendisine zarar verme konusunda da hür değildir. Zira, “İnsan kendine malik değildir; Allah’ın kuludur, O’nun mahlûkudur.” Ona verilen her şey İlâhî bir emanettir. Bu emanetlerin istimalinden (emanetleri nasıl kullandığından) imtihan olmaktadır. 

Mesela, insan kendi parmağını kesme hürriyetine sahip değildir, çünkü o parmağı kendisi yapmış değildir. Yine, insan içki içerek, yahut uyuşturucu kullanarak aklına zarar veremez; çünkü akıl onun kendi malı ve eseri değildir. 

Cenâb-ı Hak, Hakîm ve Halîm isimleri muktezası olarak insana öyle bir hürriyet tanımış ki, kendi yarattığı kulunu kendisine iman edip etmemekte, itaat yahut isyan etmekte serbest bırakmıştır. Küllî iradesiyle cenneti de cehennemi de yaratmış, kullarına bunlardan dilediğini tercih edebilme hürriyeti vermiştir. 

Bütün bu serbestlikler, dünya imtihanının son bulmasına kadar böyle devam eder. Ölümle artık cüz’î iradenin işi tamamlanmış olur. Ne kabir âleminde, ne de mahşerde o iradenin yeni bir tercih yapmasına imkân verilmez. Artık Allah’ın küllî iradesiyle bütün kulların kabirde ilk sorguları yapılacak, mizanda amelleri tartılacak ve sevapları günahlarına galip gelenler, cennette iradelerini melekler gibi sadece hayra yönlendirecekler ve o sonsuz saadet âleminde ebediyen istifade edeceklerdir.