TR EN

Dil Seçin

Ara

Her Şey Nasıl Değişmez?

Bir bunalım yaşayan hemen her insan, çareyi ortam değiştirmekte bulur. Düşünür ki, ortam değişse her şey değişecektir. Ama hayır. Unutulan bir şey var...


 

Bir su gibi üzerimizden akan zamanın, bir elbise gibi bizi saran mekânın içine sığmadığımız her seferinde ve canımızı sıkan bütün durumlarda bir başka yerde olmak isteriz. Bastıran soğuklardan sonra, uzaklardaki günlük güneşlik iklimlere göç eden kuşlara dönüşürüz. Bulunduğumuz yerlerden göç etme, her tarafımızı avuçlayıp sıkan şartlardan sıyrılma isteğini duyarız. Yaşanılır bulduğumuz tek bir şeyin dahi kalmadığına kanaat getirdiğimiz yerleri, kaldıramadığımız yükler gibi sırtımızda taşırız. Belimizi büken, dizlerimizi kıran bu yükleri bir köşede bırakıp; uzağımızda duran, bizim de yaşayabileceğimizi sandığımız iyiliklere götürür düşüncesiyle, kendimizi bilmediğimiz sokaklara vururuz.

Bugüne kadar değiştirdiğimiz sokakları, yürüdüğümüz yolları, oturduğumuz adresleri bu niyetle aştık, şimdi de kendimizi buna açık hissediyoruz. Ancak eğer bugün, yine aynı can sıkıntısı, eksiklik duygusu bizi yokluyorsa, bir yerde yanlışlık yaptığımız da kabul edilmelidir. Birşeyi atlıyoruz demektir. Unuttuğumuz şey, temel bir doğrudur: İnsanın gittiği yere kendisini de götürüyor olması...

Aradığımız şeyin, canımızı sıkan durumu ve mekânı değiştirmekten geçtiğini düşünüyor, başka mekân ve durumlara göç ediyoruz. Geldiğimiz yerde, kısa bir süre sonra aynı sıkıntılar bizi yoklamaya başladığında, tekrar yeni durum ve mekânlar için göç hazırlığına koyuluyoruz. Hayatımız bir göç içinde geçiyor, ama yine de arzuladığımız yere varamıyoruz. Durum ve mekân değiştirmek adına çıktığımız seyahatler derdimize derman olamıyor.

Yaşadığı yerde, kendisini hayata ilikleyen çok şeyin bittiğini düşünen, başlayacak olan bir tatilin kendisine sunacağı seyahat imkânını beklediğini söyleyen dostuma, “Tatilin yapacağı fazla bir şey yok, çünkü gideceğin yere kendini de götüreceksin. ‘İyi’ başka yerde değil, bizim başka yere bakışımızdadır.” demiştim.

Evet, can sıkıntısı, mevcut durumun aşılmasını işaretliyor; aynı yerde ve hep aynı kalmak, hayatla olan alışverişini kopartarak, insanı ıskartaya çıkarır.

Çare, mekânı ve durumu değiştirmek midir? Mekânı ve durumu değiştirmekle problem aşılabilir mi?

Bunu çok kez denemiş, ama yine de can sıkıntısının üstesinden gelememiş olmamız, mekânı ve durumu değiştirmenin problemi çözmekte yetersiz kaldığını gösteriyor.

Oysa değişim asildir; çünkü, problem bizde düğümleniyor.

Durumu ve mekânı değiştirmeden önce, bizim değişimden geçmemiz gerekiyor. Kendi içlerinde değişim yaşamayanların değiştirmeleri sonuç vermez; zira değiştirmek, değişimin sonucu olduğunda anlamlı olur. Ağacın kendisinde ve toprağında bir değişim gerçekleştirmeden kendisinden daha iyi meyveler toplamak mümkün değildir. Göçmen kuşların kanadı kırıksa, göç sonuçsuz kalır.

Can sıkıntısını aşan, dolayısıyla meyve veren değiştirmeyi doğuran değişimi, ‘hal’iyle başı dertte olanlar gerçekleştirebilir. Hayata yükledikleri anlamla edindikleri bakış açılarındaki aksaklığı ve yetmezliği gören insanlar; problemin ‘hal’lerinde düğümlendiğini anlar, kendilerini tamamlamanın bir gereklilik olduğuna inanırlar. ‘Hal’lerinde değişim gerçekleştirdiklerinde ise, hayatın üzerindeki sisin aralandığını; kendilerini kuşatan her bir şeyin, bir şey olmanın ötesinde anlamlı birer sözcüğe dönüştüğünü; kendilerini çağırıp duran boşluğun dolduğunu görürler.

Zindanda yaşanan bir hayatın bile yaşanabilir olduğundan bahis açan adamların sözleri böylelikle karşılığını bulur. “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır.” sözünün bir hakikat olduğu, yaşanarak tescil edilir.

Değişim’ yaşamadan ‘değiştirme ye gidenlere baktığımızda, bunların niye sonuçsuz eylemlere ve can sıkıntısına abone olduklarını anlarız. Çünkü, kendi ‘hal’lerinden çok, mevcut durumla başları derttedir; problemin durumla ilgili bir şey olduğuna inanırlar. ‘A’ ilinde değil de ‘B’ ilinde yaşanılırsa, böyle değil de şöyle olunursa, her şeyin daha farklı olacağını sanırlar. Neyden dökülen sesin kulağa taşıdığı o muhteşem şeyin ney ve sesle ilgili olmadığını, bu sese ev sahipliği yapan kulağın ney ve sese yüklediği anlamla ilgili olduğunu bilmezler. Sözcüklerin başlı başına bir şey ifade etmediğini, ancak bir anlamın hamurunda yoğrulduklarında büyülerine kavuştuklarını fark etmezler. Beş duyuyla sınırlı öğrenmenin ve hissetmenin ötesinde ‘can’la kazanılan anlamın ‘hal’e genişlik kattığını yaşamadıklarından, biyolojinin imkânlarını kullanır, bunu tüketirler. Biyolojinin yetmezliği sırıttığında ise, içlerinde çekip gitmenin şehveti depreşir. Ancak, kanatları kırık olduğundan hiçbir yere gidemezler; can sıkıntısının içinde tüneyip dururlar.

Değişimsiz bir değiştirme yaralarımıza merhem olmadığına göre, işe kırık kanatlarımızı tedavi etmekle başlayabiliriz. İyileştirici merhemlerin o iç okşayıcı sürülüşlerinden geçen kanatlar, hiç şüphesiz, daha bir güçle bizi uçuracaklar. Hatta, yerimizi değiştirmemize bile gerek kalmaz; geçirdiğimiz değişim sonrasında, durduğumuz yer bir başka yüze bürünür.