Rükâne, çok güçlü bir pehlivandı. Sırtını yere hiç kimse getiremediği için ünü her tarafa yayılmıştı. Karşısına kimse rakip olarak çıkamazdı. Çıkan da, çıktığına pişman olarak ağır bir yenilgi yaşardı.
Arapların bu efsane pehlivanı, pazusunun gücü yanında ne yazık ki, İslam’a düşmanlığının şiddetiyle de herkes tarafından tanınırdı.
Rükâne, bir gün, Mekke dışında bir vadide bulunuyordu. Birden karşısında Peygamberimizi buldu. Rükane, Efendimize duyduğu amansız nefreti hemen sergiledi.
Ama Allah Resûlü, onun saygısızlığına karşı saygısını hiç bozmadı. Herkese gösterdiği güzel davranışı ona da gösterdi. Uygun bir anı bulunca da Rükâne’yi, çok kızdığı İslam’a davet etti.
Rükâne, tepkisel davranışını sürdürdü. Efendimizin davetini anında reddetti.
Allah Resûlü, aslında kendini çok beğenen ve güvenen Rükane’nin inadını kırmanın yolunu çok iyi biliyordu.
Rükâne’ye hiç reddedemeyeceği bir teklifte bulundu:
“Ey Rükâne! Gel, seninle güreş tutalım. Eğer seni yenersem, söylediklerime iman eder misin?” diye sordu.
Rükâne kendi gücüne ve oyun maharetine o kadar güveniyordu ki, Efendimizi yeneceğinden son derece emindi. Efendimizi, kolay bir lokma olarak görüyordu. Bu özgüvenle:
“Tamam,” dedi. “Beni yıkmayı, sırtımı yere getirmeyi başarırsan, tereddütsüz iman ederim.”
Güreşmek için hazırlık yaptılar.
Rükâne, mağrur bir eda ile Peygamberimize yaklaştı. Kazanacağından çok emin olduğu için, onun hamlesinden sakınma ihtiyacını bile duymuyordu. Tam elini uzatıp Peygamberimizi kavrayacakken, birden, ne olduğunu anlamadığı bir şey oldu. Peygamberimiz onu tuttuğu gibi yere çalmış; sırtını yere getirmişti.
Bir anda tuş olan Rükâne şaşırmıştı.
“Bu sayılmaz. Gafil avlandım ben. Bir daha güreşelim,” dedi.
Peygamberimiz, teklifi kabul etti.
Rükâne, Peygamberimizi yakalamaya çalışırken, yine bir anda kendini yerde buldu. Sırtının nasıl yere geldiğini bir türlü çözemiyordu. Bildiği güreş oyunları, Hz. Muhammed’e karşı işlemiyordu.
Üçüncü kere güreşmek istedi Rükâne…
Peygamberimiz, bu teklifi de kabul etti. Ama sonuç yine değişmedi. Efendimiz (asm), Rükâne’nin göğsüne üçüncü kere daha havayı gördürdü.
Rükâne hırs ve inat içindeydi. Hayatında hiç güreşmemiş, güreş oyunu bilmeyen bir insana yenilmeyi hiçbir şekilde hazmedemiyordu. Ama üç kere sırtının yere geldiği de meydanda idi.
Sonunda pes etti.
“Doğrusu ben bu işe şaştım. Sen eşine rastlanmaz bir sihirbazsın. Güreş işine de sihrini bulaştırdın,” diyerek yenilgisine bir bahane bulmakta gecikmedi.
Allah Resûlü’nün Rükâne’yi tuş edişi, elbette sihir değildi. Allah’ın verdiği güç, sağladığı kolaylıkla, Efendimiz, Rükâne’nin üç kere sırtını yere yapıştırmıştı. Yoksa Allah Resûlü, ünlü bir pehlivan olmadığı gibi; spor sanatının mahir bir ustası da değildi.
Kaldı ki bu güreş, Efendimiz ile Rükâne’nin güreşi de değildi. Küfür ile imanın hak meydanında girdikleri bir kapışmaydı.
Rükâne, hiç beklemediği mağlûbiyeti yaşamasına rağmen, inat ve hırsına da yenik düşerek, verdiği sözü çiğnemiş ve iman etmeyip küfürde kalmayı sürdürmüştü.
Ama onun gibi bir güreş ustasının, bu yenilgiyi unutması da mümkün değildi. Bu yüzden bu mağlûbiyet üzerinde çok düşündü Rükane…
Sonunda, Efendimizin yenilmez gücünü Allah’tan aldığına ve Allah’ın elçisi olduğuna kanaat getirdi ve Mekke’nin fethi sırasında, İslam’a girdi.
Artık o çok iyi biliyordu ki, yıllarca önce Hz. Muhammed’e (asm) yenilmemişti. Allah’a yenilmişti o. Yenilmez güç O’ydu. Boyun eğilmesi gereken otorite, Allah’tı (cc).
Bu olay, insanlara bir değişmez gerçeği de, kesin şekilde hatırlatıyordu:
İslam dini Hak Din idi. Allah’ın karşısında, onu yenecek hiçbir beşerî güç yoktu. Kimsenin Allah’ın gücünü sınamaya kalkışması da haddi değildi.