TR EN

Dil Seçin

Ara

Görmediğimize İnanmayalım mı?

Görmediğimize İnanmayalım mı?

Bir gülü, bir kelebeği, bir fecir manzarasını, anadan doğma âmâ bir insana tarif etmeyi denediniz mi?

Göz gerçi Onu göremez, ama neye baksa Ondan bir eser görür. Nereye dönse O'nun fiillerini müşahede eder.

Bir gülü, bir kelebeği, bir fecir manzarasını, anadan doğma âmâ bir insana tarif etmeyi denediniz mi?

Bunun imkânsızlığını düşündükçe bir canlının kafasına bir göz takmanın nasıl akıl almaz bir mucize olduğu da kendiliğinden ortaya çıkar.

Bir âmânın zihninde, en azından bir “görmek” mefhumu, bir de elinde hazır hayalleri ve rüyaları vardır. Ya kör tabiatın elinde bunlardan hangisi var?

Dünya üzerinde tek bir canlının bulunmadığı zamanlarda da güneş doğuyor ve batıyordu. Lâkin Güneş Sisteminin en muhteşem fecir ve gurub manzaralarını üzerinde her gün sergileyen bu gezegende olup bitenleri  “görmenin” ne demek olduğunu bilen tek bir akıl sahibi yoktu yeryüzünde.

Sonra bitkiler yeşerdi, çiçekler açtı, tür tür canlılar peş peşe hayat sahnesine çıktı. Bunların hepsi de, önlerindeki sofradan kendilerine ayrılmış bölümü gören bir gözle beliriyordu üstelik. Kimi morötesini, kimi kızılötesini, kimi bunların ikisi arasındaki belli bir bölgeyi, ama her defasında da kendisi için gerekli ve uygun olanı görüyordu. (1) Olmayan bir şey yoktan çıkmıştı. (2) Sınırsız ihtimalleri içinden her canlı için ayrı bir tercih yapılmıştı. (3) Her bir tercih, dünyayı ve içindekileri kuşatan bir bilgiye dayanarak ve tam bir isabetle yapılmıştı. Kudret -irâde- ilim üçlüsü, milyonlarca tür canlının gözlerinde sınırsızlığını gören gözlere işte böylece gösterdi.

Kâinatta gören hiçbir varlık bulunmazken görmenin ne demek olduğunu bilen ve bütün gözlerin göreceği her şeyi birden önceden gören birisinden başka kim böyle bir icada parmak karıştırabilir?

İlim, irâde ve kudretten başka, Yaratanın “görme” yahut “basar" sıfatı da, kendisine has yücelik ve münezzehiyetiyle birlikte, bu takdirin üzerinde açıkça okunur. Bu takdirin belli başlı safhalarına bir göz atalım:

1. Her bir canlının, bir yandan düşmanlarından korunması, diğer yandan da kendisine gerekli olanı elde edebilmesi, bu arada kendi payına düşen dünya nimetlerinden istifadesi için, çevre ile kendisi arasında bir haberleşme sistemine ihtiyacı olacağı önceden “görülmüştür.”

2. İşitme, dokunma gibi diğer duyuları da içine alan bu sistem içinde bir de “görme” fiili hiç yoktan icad edilmiştir.

3. Bu sistem içinde haberci rolü, elektromanyetik radyasyona verilmiştir.

4. Bir ucunda mikro dalgaları, diğer ucunda gama ışınlarını barındıran elektromanyetik tayf içinde belli bir bölge “görülmek” üzere kullanıma ayrılmış, her bir canlı türü için de bu bölge içinde belirli bir yer tahsis edilmiştir.

5. Görme organının yapısı da herbir canlı için ayrı ayrı ve orijinal bir şekilde düzenlenmiş, kimine petek gözler verilirken kimine çifte mercek takılmış, bu arada mesafe tayinine imkân veren çift gözden, gözün bakım ve korunmasına kadar bir dizi tedbir de bu düzenleme içinde yer almıştır.

6. Görme organı ile beyin arasındaki irtibat, gözün dış dünyadan topladığı bilgileri o canlı için bir mânâ ifade edecek hale getirecek bir şekilde kurulmuştur.

Bütün bunlar, birbirini tamamlayacak ve hep birlikte bir işe yarayacak şekilde alınmış tedbirlerdir. Zincirden hangi halkayı çıkarsanız, geri kalan sistemin hârikulâdeliği bir netice vermeyecektir. Öyleyse göz, bir bütün halinde plânlanmış bir mucizeler silsilesinden ibarettir. Bundan da şu netice çıkar:

Gözü veren, gözün gördüğü ve göremediği herşeyi birden görmelidir. Başka bir tabirle, gözün görme sınırları O’nun takdirinin bir eseridir.

Onun görme sıfatının her türlü sınırlamadan münezzeh oluşu, O'nu göremeyişimizi de açıklamaya kâfidir.

Madem ki bu sınırları koyan O’dur. Öyleyse O’nun için görme sınırı diye birşey bahis konusu değildir; O’nun göremeyeceği hiçbir şey düşünülemez.

Elektromanyetik radyasyonu göz için bir mânâ ifade eder hale getiren, yani gözlere ışığı gösteren O’dur. Demek ki O, ışığı ve gözü yaratmadan önce de görüyordu ki, kimin neyi nasıl göreceğini bilerek bu ikisini yarattı. Öyleyse O görmek için ışığa da, göze de muhtaç değildir.

Hiçbir şeye muhtaç olmadan, hiçbir sınırlamaya tâbi olmaksızın herşeyi birden görmek nasıl olur? Bunu anlayamayız. Çünkü biz sınırlarımızın dışına çıkamayız.

Ama bu, gözü ve görmeyi yaratanda öyle bir sınırsızlığın bulunması gerektiğini anlamamıza mâni olmaz. Çünkü bilmek başka, bizzat yaşamak yahut idrâk etmek ise başka şeylerdir. Eğer idrâk sınırlarımızın dışındaki herşeyi reddedecek olsaydık, önce gördüğümüz ışığın hemen yanı başındaki morötesi radyasyondan işe başlamamız gerekirdi!

Onun görme sıfatının her türlü sınırlamadan münezzeh oluşu, O’nu göremeyişimizi de açıklamaya kâfidir. Çünkü bizim gözlerimiz, cisimlerden akseden ve kırmızı ile mor arasındaki dalga boylarına rastlayan radyasyona karşı duyarlıdır. Işık ve cisim İkilisinden birinin bulunmadığı yerde biz birşey göremeyiz. Ay yüzeyinde güpegündüz çekilen fotoğraflarda yerin beyaz, gökyüzünün zifirî karanlık gözükmesinin sebebi de budur Ayın çevresi, Güneşten gelen ışığı dağıtıp etrafı aydınlatacak bir atmosferden mahrum olduğu için, ortalık tıpkı Dünya gibi sürekli bir ışık yağmuru altında olduğu halde gözümüze karanlık gözükür.

Uzaydaki ışığı göremeyen insan, nasıl olur da ışıktan ve cismâniyetten münezzeh olan bir Varlığı görebilir? Onu görebilmek için, ya O bizim görme sınırlarımız içinde bulunmalı —ki bu, her türlü sınırdan münezzeh olan ve olması gereken bir Yaratıcı için muhaldir— ya da bizim gözlerimizdeki sınırlamalar kaldınlmalıdır. Bu ise bizim elimizde olan birşey değildir; çünkü kendi gözümüzün seçiminde bizim hiçbir tercihimiz rol oynamamıştır. Onu veren, nasıl dilemişse öylece düzenlemiş ve bize bağışlamıştır.

Kısacası, akıl ne kadar çırpınsa, Onun hükmünü tasdik etmekten başka çare bulamayacaktır.

“Gözler Onu göremez; O ise bütün gözleri görür.”

(En’âm sûresi, 103.)

Göz gerçi O’nu göremez, ama neye baksa O’ndan bir eser görür. Nereye dönse, O’nun fiillerini müşahede eder, O’nun isimlerinin tecellîleriyle karşılaşır. Tıpkı retina tabakasına akseden imajın beyin tarafından değerlendirilişi gibi, gözün topladığı bu bilgileri de değerlendirip Allah’ın varlığını tasdik etmek, O’nu isim ve sıfatlarıyla bu bilgiler ışığında tanımak ise, akla kalmıştır.

“Eğer Cemîl-i Zülcelâlin esmâsındaki hüsünlerin mevcûdât aynalarında bir cilvesini müşâhede etmek istersen, zeminin yüzünü bir küçük bahçe gibi temâşâ edecek bir geniş, hayâlî gözle bak... Birtek çiçekte bir ismin cilve-i cemâlini gördüğün gibi, bahar dahi bir çiçektir. Ve Cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Baharın tamamına bakabilirsen ve Cenneti îmân gözüyle görebilirsen bak, gör, cemâl-i sermedînin derece-i haşmetini anla.” (Şuâlar, s. 62-3)

“Eğer bir çiçekte esmâyı okuyamıyorsan ve vâzıh göremiyorsan, Cennete bak, bahara dikkat et, zeminin yüzünü temâşâ et. Rahmetin şu büyük çiçekleri olan Cennet ve bahar ve zeminde yazılan esmâyı vâzıhan okuyabilirsin, cilvelerini ve nakışlarını anlar, görürsün.” (Sözler, s. 590.)