TR EN

Dil Seçin

Ara

Yazının başlığını divan edebiyatı şairlerinden ödünç aldım. Divan şairlerinin çoğu hayli ünlenmiş bir ünlemle anarlar aşkı: Ah, minel aşk! Yani ki, “Ah aşktan çektiğim!” Ah ve Aşk’ın tek hecelik bir ünleme dökülebilirliği şairin imdadına yetişir. Sözü uzatmaya ihtiyaç duymaz ve der ki: “Aşk ‘Ah’tan ibarettir.” Peki, ya şair aşkın tarifini kolayla yüklediği ‘Ah’tan kendisini tarif etmeye kalksaydı neler derdi? Yani ağrıyı, sancıyı, sızıyı anlatmak için hangi nidayı seçerdi? Fazla yorulmayın, ‘Ah’ı yine ‘Ah’ anlatır. Öyleyse meşhur sözü başlıkta olduğu gibi yazmaklığımız münasip düşer. Ah, minel ah! Yani ki “Ah, ah’tan çektiğim!”

Lügatlere ‘nahoş bir duygu’ diye not edilir ağrı. Sözün arasına, şiirin en sancılı yerine bir ‘ah!’ diye sokulur. Sadece dilde ve kâğıt üzerinde rahat durur ağrı. Dile batıp durmaz. Kâğıdı delip geçmez. Acıtmaz, incitmez. ‘Söylemesi kolay’dır. Dahası, söylemeyi kolaylaştırır. Müphem, sancılı, tanımsız duygular, ‘ağrı’lı, ‘sancı’lı, ‘sızı’lı deyimlerle dile gelir.

Örneğin, özlemin en derin, en yoğun hali ‘burun sızısı’ ile anlatılır: nostalji. Aşka dair tüm hüzünler, ayrılık sancıları ‘kalp ağrısı’ tabirinin etrafında dolanır. Halk şiirine ve türkülere sıkça düşen ‘yürek acıları’, sözü âdeta dağlamış, pişirmiş ve olgunlaştırmıştır. ‘Yara’, ‘dert’, ‘merhem’, ‘bıçak’, ‘ilaç’ etrafında gezip duran sancılı ruh halleri, zaman zaman tabibe işten el çektirmiş, acı sahibini de anlaşılmaz bir hoşnutlukta bırakmıştır.

Fuzuli’nin “Aşk derdiyle hoşem, el çek ilacımdan tabip” dizesi de, halk ozanı Emrah’ın “El çek tabip, el çek yaram üstünden / Sen benim derdime deva bilmezsin / Sen nasıl tabipsin, yoktur ilacın / Yaram yürektedir, sarabilmezsin” demesi de, herkes tarafından yaşanan bir deneyim olarak ağrının, keskin ve net bir dert anlatma aracı olduğunu gösterir.

Hele de oraya buraya kolayca bulaşan ve yakışan ‘Ah!’ figanı, tek hecede, tek nefeste, koyu bir yaşanmışlık ve anonim bir paylaşım etrafında oluşan ağrının çağrışımlarıyla destansı bir anlatıma yol verir.

Yaygın olmasına yaygındır, ancak yine de ağrıyı herkes bir başına yaşar. Herkesin ağrısı kendinedir. Ağrı, paylaşılmaz, aktarılmaz. Bu yüzden, ‘dayanılması en kolay ağrı, başkasının ağrısıdır’ sözü iyi bilinir.

Görme, işitme gibi duyular için ışık ve ses gibi uyaranlar belirlenebildiği halde, ağrı algısına denk düşen belli bir uyaran yoktur. Ağrının kaynağı ayrı ayrıdır. Her insanın ağrısı ayrıdır. Aynı olsa bile, her insan ağrısını diğerlerinden farklı şiddette, tamamen ayrı bir tepki vererek deneyimler.

Bu yüzden ağrı, bir tür ‘yalnızlık dolambacı’dır. Uzun ve karışık bir labirent gibidir; herkes aynı kapıdan girse de farklı yerlere çıkar.

Klasik hekimler, ağrıyı dindirmeyi hekimliğin temeli bellemiştir: “Divinum est opus sedare dolorum.” Yani, ağrıyı dindirmek ilâhî bir iştir. Diğer taraftan, bugünkü gibi doğrudan ve hızlı teşhis imkânlarından mahrum olan kadim hekimler, teşhislerini büyük ölçüde hastanın ağrısını tasvir etmesine bağlamışlardı.

Bu yüzden klasik tıp kitapları, değme edebiyat metinlerine taş çıkartacak detaylı ağrı anlatımlarıyla doludur. Bu türden ağrı anlatımlarından biri, gut hastalığının belirtisi olan ‘sağ ayak baş parmağı ağrısı’dır. Kalp-damar hastalığının en önemli belirtisi olan ‘angina pectoris’ yani göğüs ağrısı modern kitaplarda da detaylı olarak anlatılır. Ne var ki, modern görüntüleme cihazlarının icadıyla, bu türden renkli ve detaylı ağrı anlatımlarına ihtiyaç azaldı.

Yaşamak ve ağrı ikiz kardeş gibidir. Acı çekmek, ağrı duymak canlılara özgüdür. Yaşamak ise, boynumuza asılmış bir ağrıdır. Hayatın olduğu her yerde ağrı, sancı, acı mutlaka vardır. Fransız cerrah Daetigus’un yazdığı gibi, “Kendimizi uzayda zamansız bir boşlukta asılı farz edip, derin bir sessizlikte dünyanın dönüşünün hışırtısını dinliyor olsaydık, insanlığın sancısından doğan müphem fakat kesintisiz bir ağrı uğultusu duyardık.” Ağrı, hayat belirtisidir ve hayattan haber verir. Canlı bedeninde bir şeylerin yolunda gitmediğini bildirir; rahatsız eder, batar, incitir, acıtır, hoşnutsuz eder. Ağrının ekşi yüzünün ardındaki güzellik ve hikmet de, işte bu nahoşluk duygusunda saklı olmalı. Yoksa sahte bir rahatlık, yalancı bir rehavet hayattan çok şeyi alıp götürürdü.

İçten içe çürüdüğü halde ağrımayan bir dişi düşünün. Böbreklerinizi harap ettiğiniz halde canınızı yakmayan bir taşı düşünün. ‘Patlama’ noktasına geldiği halde, karın ağrısı yapmayan bir apandisiti hayal edin. Yahut daralıp sıkıştığı halde ağrı vermeyen yorgun bir kalbi tasavvur edin. Rahatımızı çalıyor çalmasına ama, halen yaşadığımız ve alışık olduğumuz çoğu güzelliğin zemininde ağrı vardır. Ağrı, insanlık tarihinin bütün değişimlerine, gel-gitlerine, savaş ve barışlarına eşlik etmiş ve hiç değişmeden kalmıştır. Bu yüzden tarihte hiçbir olayın insanlığı ağrı kadar etkilediği söylenemez. Hiçbir insan acı ve ağrının incitmesinden kaçamamıştır. İnsanın doğumu ağlayarak başlar; ölümü acılı ve ağrılı olur. Ölüm ve doğum arasındaki ince uzun çizgide, acı ve ağrı insanı defalarca yoklar.

Son iki yüzyılda hekimliğin ‘ilâhî iş’i olan ağrı tedavisinde önemli ilerlemeler kaydedildi. İlk önemli adım 1806’da morfinin izole edilmesiyle atıldı. Bunu, daha saf sentetik ilaçların elde edilmesi izledi. Derken ağrıdan yakınan her hastanın dilinin zikri olacak beş hece geldi: ağ-rı ke-si-ci. Dünyanın en basit, en klasik, en güzel, en çok kullanılan ilacı ağrı kesiciler, 1800’lerin başında doğdu.

Modern hekimler ağrıya yaklaşımlarını değiştirirken, ağrı kavramını da değiştirmeye niyetliler. Buna göre, ağrı sadece bir belirti değil, tek başına bir hastalıktır. Modern tıp, ağrının bir uyarı vazifesi gördüğünü kabul etmekle birlikte, boş yere çekilen ağrının insanın bedeninde başka şeyleri de ‘acıttığı’na dikkati çekiyor. Dünyada milyonlarca iş gücü kaybına yol açan ve bir o kadar masraf çıkaran ağrının, aile bütçesi ve aile huzuru için de çok önemli sonuçları var.

Dahası, ağrı sadece ağrıdığında acıtmıyor. Mesela senelerdir kronik baş ağrısı çeken bir hastada sonunda depresyon yerleşebiliyor ya da başka türlü kişilik değişiklikleri yaşanabiliyor. Sonuçta insanın çevresindeki insanlar da acı çekiyor.

Modern çağ, çok sayıda insanın kronik ağrılarına tanıklık ediyor. Kronik ağrılar şimdilerde arttı mı, yoksa insanlar ağrılarını daha kolay mı ifade eder hale geldi? Bunu cevaplamak zor görünüyor. Bu yüzden eski hekimlerin ‘kutsal’laştırdığı ağrı tedavisini, çağdaş hekimler ‘sosyal’leştiriyor. Ağrı tedavisi, özellikle de kronik ağrıların tedavisi, sadece ağrıyı kesmekle bitmiyor; hastanın gündelik hayata eksiksiz geri dönmesini sağlayarak tamamlanıyor.

Ancak, kadim hekimlerin ‘kutsal’lık atfetmesine haklılık kazandıracak biçimde, her geçen gün ağrının fiziksel bir acı olmaktan çok, ruhun derinlerine inen, duyguya endeksli karmaşık bir hâl olduğu anlaşılıyor.

Sözgelimi pozitif duygulanım içinde olmak ağrı algısını hafifletiyor, negatif duygulanım ise ağrıyı çekilmez kılıyor. Duygular, ağrı için sanki bir mercek işlevi görüyor. Bir yanından bakınca ağrıyı büyütüyor, diğer yanından bakınca küçültüyor.

Mesela, başkalarının da ağrısını hissettiğini bilmesi, hastanın ağrısını hafifletebiliyor; ağrı bir bakıma paylaşılabiliyor, bölüşülebiliyor. Aynı nedenle, geceleri ve yalnızken ağrılar şiddetleniyor, keskinleşiyor.

Ağrıyla ilgili ilginç bir detay da, kadınları ve erkekleri eşit olarak etkilememesidir. Hatırı sayılır sayıda ve kalitede araştırma, kadınların ağrı, acı ve sancıyla daha iyi baş edebildiklerini gösteriyor. Erkekler ise, acıyı büyütmeye, bir yaşama sorunu olarak görmeye eğilimliler. Kadınlar, başka aktivitelere dalarak, olumlu duygulanımlara kapılarak, başkalarından yardım isteyerek ya da dua ederek ağrıyla baş edebiliyorlar, daha az olumsuz duygulanım yaşıyorlar.

Uzmanların yorumuna göre, kadının kırılgan yapısı ve acı karşısında incinebilir olması, muhtemelen onu acı ile birlikte yaşamaya daha hazırlıklı kılıyor. Ancak, kadınların ağrı karşısındaki üstünlüğü hafif ve orta dereceli kronik ağrılar için geçerli. Akut ve şiddetli acılara gelince, erkekler de kadınlar kadar dayanıklılar, ancak kadınları geçemiyorlar.

Doğrusu, ağrı hem en eşitçe hem en adaletsizce paylaşılan bir katık. Ağrı, insanlık için çok eski ve bir insan için çok yeni bir deneyim. Belki de, dünyanın tek gerçek bölücüsü ağrı. İnsanları ikiye ayırıyor: Ağrısı olanlar ve ağrısız olanlar. Ağrısı olanlar tenlerine atılan bu ince çizikle, ağrısız oldukları zamanlarda sahip oldukları sessiz ve süssüz zenginliği fark ediyorlar.

Ağrı, asıl varlığın farkına vardırıyor, hayattan haber veriyor. Descartes daha yoğun ağrılar çekmiş olsaydı, muhtemelen ‘ağrım var, o halde yaşıyorum’ da diyebilecekti.

Ağrı, yaşamanın ağır tortusudur; zaman zaman kristalleşir ve tenimize batar. Ağrı, var olmanın dayanılmaz naifliğidir; keskinleşir ve canımızı yakar. Hayat kadar yakın ve anlaşılır, hayal gibi ele avuca sığmaz ve anlaşılmaz. Ağrı, ‘gece-gündüz yürüdüğümüz iki kapılı han’ın tam orta yeri. Belki yeryüzünde hiç kimsenin ağrısı hepten geçmeyecek, ama herkes ‘ağrı’nın ‘orta yeri’nden geçip gidecek. Ağır ağır, ağrılı ağrılı…