TR EN

Dil Seçin

Ara

Bilim Diliyle Ahlâk

Bilim Diliyle Ahlâk

Ahlâk; konusu ve kavramı itibariyle; dinî, felsefi, ailevî, içtimaî hatta siyasi boyutlara sahip olan ve bu bakımdan çok yönlü tartışılması gereken geniş yelpazeli bir açılımın farklı tonlarının topluca değerlendirilmesini hedef alır.

 

AHLÂK; konusu ve kavramı itibariyle; dinî, felsefi, ailevî, içtimaî hatta siyasi boyutlara sahip olan ve bu bakımdan çok yönlü tartışılması gereken geniş yelpazeli bir açılımın farklı tonlarının topluca değerlendirilmesini hedef alır.

Biz bu yazımızda ahlâkın bir diğer vechine; bilim konusuna eğilmek ve konuyu her iki açıdan ele alıp değerlendirmek istiyoruz.

 

Önce ahlâk üzerinde bazı tespitlerimizi arz edelim:

Ahlâk, aslında İslam’ın en temel ve değişmez taşı olarak kabul edilen “tevhid” üst başlığı altında bir ‘alt kimlik’ olarak düşünülebilir. Bu açıdan bakıldığında, İslam’ın bütün yüksek değerleri gibi, ahlâk konusu da, tevhidin geniş şemsiyesi altında diğer alt başlıklarla beraber ele alındığı zaman, bu “diğerleri” arasında bilimin de bulunduğu görülecek ve böylece makalemizin esas konusu olan “ahlâk ve bilim” anlayışı öne çıkan bir nitelik kazanacaktır.

Yüce Kitabımız Kur’ân’da ahlâk konusunda yüce Peygamberimize hitaben söylenmiş şu şaşmaz hüküm, belki de işin aslını ve esasını göstermesi bakımından üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken çarpıcı bir ikaz ve ibret verici bir öğüttür.

“Gerçekten sen büyük bir ahlâk üzerindesin.” (Kalem, 4)

İmam Malik b. Enes’in ‘el-Muvatta’ adlı eserinde ahlâk konusu işlenirken Hz. Peygamber’in “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” yüksek hadisi belirtilmekte; böylece bu ünlü sözün iman dolu kalplerde yeni yeni açılımlar ve gönüllere ferahlık veren feyzler meydana getireceği kesinlik kazanmaktadır.

İnsanın ruh denilen latif bir bileşenden ve anatomi adı verilen atomlardan kurulu olan kesif bir bedenden; yani iki bileşenden oluştuğu gerçeğinden giderek, latif ve kesif olan iki bileşenin tam bir uyum ve denge halinde olması ve çalışması, insanın huzuru ve bahtiyarlığı için yeter ve gerek şartlar arasında sayılabilir.

Aslında içinde bulunduğumuz kâinatın kesif; kâinat ötesi âlemin ise lâtif yapı taşlarından olduğu ve oluştuğu dikkate alınırsa; ruh’un lâtif olan İlahi âlemden veya fizikî deyimiyle soyut, ulvî, mücerret, sâbitat ve mutlak olan Emir âleminden buraya nüzul ettiği Kur’ânî ifadelerle kesinleşmiş bir değişmez hüküm olarak karşımızdadır. “Ben ruhumdan insana üfürdüm” (Sad, 72/Hicr, 29) ayeti bu gerçeğin odak noktasını teşkil etmektedir.

Öte yandan; etten, kemikten kan ve kaslardan ibaret olan ve aslında fizik açısından atom ve moleküllerin olağanüstü bir nizam, intizam ve ahenkle bütünleşip birleştiği anatomik beden ise, bu kâinattan; başka bir deyişle ulvî değil; süflî olan; mutlak değil, izafî olan sarf malzemesinden yaratılmıştır. Bu süflî bileşen, beden elbisesi olarak da tanımlanan ve emanet olarak ruha giydirilen, eğreti olarak da kabul edilen bir elbise veya tasavvufi deyimiyle de sadece bir hicaptır!

Kanaatimizce; eğer kesif olan beden, lâtif olan ruhu esir alır ve ona her istediğini yaptırır hale gelirse; o zaman ahlaki çürüme ve yozlaşma baş gösterecek; önce ferdi, daha sonra da ailevi ve nihayet içtimai kaos ve kargaşa ortamı tüm sahte aktörleriyle sahnelenecektir. Sonuçta sosyal ve siyası ortamda yozlaşma ve yabancılaşma ile birlikte, yolsuzluklar ve haksızlıklar da birbirini izleyecek; toplum; cehalet, zulüm ve hurafelerin pençesinde çaresiz kalacak; köşe dönmecilerin köşe başlarını tuttuğu, yabancı kültürlerin hâkimiyeti altına girmiş; milli ve manevi değerlerini kaybetmiş bir güruh haline gelecektir. Tarihte ve günümüzde de bunlara örnekler verilebilir.

Oysa esas olan mesele, kesif olan bedenin sahte istek ve yalancı ihtirasların boyunduruğundan kurtulup, daha özgür olan, lâtif olan ruhun hâkimiyetine girmesi olmalıdır. Nefis terbiyesi ve kalb tasfiyesinin anlamı da budur.

Nefsi terbiye ve tezkiye ederek güzel ahlâkı elde etmek demek; lâtif’in kemâl, yani olgunluk mertebelerini yakalaması ve onda ilerlemesi demek olacaktır.

Nitekim dünyanın bir imtihan yeri olduğu; hangi kulun daha mükemmel, daha ‘iyi ahlâklı,’ daha bilgili, daha kâmil, daha “salih amel” işlediğini denemek için hayatı ve ölümü yaratanın Allah olduğu Kur’ân’da Mülk Suresinde aynen ifade buyrulmuştur.

“Hanginizin daha güzel (ahseni amele) davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O Aziz’dir, Gafûr’dur.” (Mülk, 2)

Aşağıdaki dizeler ‘Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım’ hitabına mazhar olan İslam Peygamberinin gerçek kimliğini ifade etmesi bakımından makalemizi bununla sonlandıralım:

“Basmasa o mübarek kademin rûy-ı zemine,

Pâk etmez idi kimseyi hâk ile teyemmüm.”