TR EN

Dil Seçin

Ara

Var Olmak, Aşka Yolculuktur!

Bizler bu karanlık (zulmet) âlemde gözlerimizi açtık, ağlayarak dünyaya geldik. Geldiğimiz yer saf, sâbit ve nuranî âlem olan ‘emir’ âlemiydi. Orada hepimiz ‘var’ idik. Bedensiz, cesetsiz, elsiz ve ayaksız bir halde mânâ evreninde mevcut iken, Yüce Allah’ın ‘Ol!’ (Kün) emri ile o ulvî âlemden, taşıdığımız istidatla bu suflî âleme indik. 

O emir âleminde, olmak ve olmamak hali ‘mümkün’ iken, Allah’ın iradesi (isteği) sonucunda, yaratılma âleminde zuhur ile ‘mevcut’ hale geldik. Bu cismanî âlemde bir beden elbisesine bürünerek, akıl ile süslendik ve Allah ilmi demek olan Marifetullah’a ulaşabilme (vuslat) hasretinin, gönüllerimizi kavuran aşk ateşi ile eridik ve ‘hiç olduk.’ 

Diyoruz ki, haşir ve neşir (toplanma ve yayılma) sanıldığı gibi sadece ölüm ötesi bir zaman diliminde olacak olan değil; doğum öncesi bir zaman aralığı içinde de örneği olan bir hadisedir. ‘Ol’ (Kün) emrini alan ruhlar, o âlemden ‘neşir’ halinde Kur’an ifadesiyle ‘üflenerek’ bu dünyaya inmişler; daha sonra da bütün mevcudatın insana hücum edercesine bir madde ve enerji sevkiyle ‘haşr’ (toplanma, toparlanma) halinde vücutları tamamlanmıştır. 

Ey Okur! Bilelim ve öğrenelim ki, bu âlemde ne varsa hepsi insana hizmet için vardır. Çünkü hepsi de insan maddesi ile uyumludur. “Ne varsa âlemde, örneği var Âdemde.” sözü bu maksatla söylenmiştir. 

Bir de şu var: İnsanın yalnız maddesel yanı yeterli değildir. İnsan, “Allah’ın halifesi” olmak şerefi ile vasıflandığından, onun bir de görünmeyen (bâtınî) ve soyut tarafı vardır ki, işte buna ruh diyoruz. 

Ruhun bu âleme inip, bir bedene sahip olduktan sonra yapacağı ve yöneleceği tek bir hedef kaldı: Allah ve Peygamber sevgisi!

Allah’a duyulan sevgi (muhabbet) çok yüksek bir makamdır ve manevî makamların en son durağı, çıkılacak basamakların en nihayetteki ufkudur. 

Allah sevgisi, ancak Allah’ı bilme derecesi kadardır. Eğer marifet kemâle (olgunluğa) ulaşırsa, muhabbet de kemâle erişir. 

Asla hatırından çıkarma ki, Allah’ı bilmek temeldir, ilk basamaktır. Allah’ı bilmek, ilimdir, bilmektir, anlamaktır, algılamaktır, sezgidir, sevinçtir, neşedir, ahlaktır, olgunluktur ve nihayet ‘sıratı müstakim’dir! 

İnsanın karakteri bunun üzerine bina edilir. Allah sevgisinin ilmi, kulun gönlünü tam olarak kaplamadıkça, kulun yönleri, kıbleleri ve tercihleri farklılaşır ve fazlalaşır. Bu durumda huzursuzluklar, ıstıraplar, sıkıntılar, kararsızlıklar çoğalır ve zamanla kul kendinden de uzaklaşır. Kendinden uzaklaşmak demek, Allah’ı unutmak anlamına da gelir.

Öyleyse işin başı huzurdur. “Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle huzur bulabilir.” (13/28). 

Allah’ı unutmayan bir kul, “Biz ona şah damarından da yakınız.” (50/16) âyetinin iç titreten esintisi ile namazını kılsa, huzurla kılar; tesbihini mutlulukla çeker; sadakasını ihlâs ile verir… 

Huzurun asıl kaynağı ise sadece ve sadece Allah sevgisidir, Peygamber muhabbetidir. Yani kısaca ilimdir.

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Gafûr ve Rahîm’dir.” (Âli İmrân 3/31)

Hz. Peygamber “Allah güzeldir ve güzeli sever.” diye anlam yüklü bir söz buyurmuştur. 

Bu hadisi şerife göre Allah, kendi Zât’ını; ‘güzelliği seven’ olarak vasıflandırmıştır. Allah’ın güzelliği sevmesi demek, yarattığı âlemleri ve eserlerini de sevmesi anlamına gelir. 

Aynı zamanda bu hükmün tersi de doğru olacak ve tüm âlemler ve yaratıklar da kaçınılmaz olarak Allah’ı seveceklerdir. Yalnız Allah’ı sevmekle kalmayacaklar; âlemin bir bölümü, diğer bir bölümünü de ister istemez sevmiş olacaktır.

“Sonra duman halinde göğe yöneldi de ona ve yer küreye şöyle dedi. ‘İsteyerek veya istemeyerek bir araya gelin’ ikisi de ‘isteyerek geldik’ dediler.” (41/11)

Yukarıda belirtilen âyetin ne denli derinliğe sahip olduğunu anlamak ve idrak etmek için “bilim” diye adlandırılan elimizde bir ölçü mevcuttur. Şu ayetin içeriğindeki unsurlara bir göz atsak neler göreceğiz? 

DUMANLARIN, GÖKLERİN ve YERLERİN isteyerek veya istemeyerek de olsa bir arada toplanması gerekmektedir. Yüce Allah’ın bu EMRİ’ni duyanlar; ona âşık olmanın tarifsiz bahtiyarlığını tadarak, isteyerek, bilerek, kabul ederek, teslim olarak boyun eğdiler.

Sonra neler oldu?

Gökler ve yerler önceleri bitişik iken bu ulvî emir gereğince bu emri yerine getirmek için her şey, her nesne birbiri ardınca, birbirine bağlanarak, birleşerek, kenetlenerek, bütünleşerek bir araya geldiler.

Şimdi uyan! Kalk! Doğrul! Kendine gel!

Aklın, fikrin, idrakin, zihnin, bilincin açılsın! Emre muhatap olan atom altı unsurlardır, elektronlardır, protonlardır, nötronlardır. Onlara kısaca “YERLER” de diyebilirsin. 

"DUMAN” diye de belirtilen “GÖKLER” de enerjidir, ışıktır, nurdur. Onların ayrısı gayrisi olmamak lazım gelir. Madde ve enerji birdir, bir araya gelecektir. Bütünleşecek ve ondan sonra da kâinatın ana unsurları olarak güneşleri, dünyaları, gezegenleri ve tüm gök cisimlerini tarifsiz bir aşk ile, sevgi ve muhabbetle bir arada tutacak; dağıtmadan, dağılmadan tüm evreni ve evreni oluşturan tüm mikro düzeydeki atom ve molekülleri düğüm üstüne düğüm atarak birleştirecektir.

Sakın unutma, Allah yarattıklarını sevmeye asla son vermez. 

Aşkın bu sürekliliği, âlemin niçin her an bir başka tecelli altında görüntü verdiğinin açık bir izahıdır. Aşkın bu tarifsiz derinliği; âlemin durmaksızın bir dönüşüm ve devamlı bir akım halinde olmasını gerekli kılar!

Gece gündüzü; gündüz de geceyi takip eder, uzayda her an yeni yeni yıldızlar doğar! 

Dünya geçtiği bir noktadan bir daha geçmez. 

Güneş, yıldızlar ve gezegenler ve tüm sema akıllara durgunluk verecek bir düzen içinde âhenkli ve hesaplı bir deveran içindedirler. 

“Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıl sahipleri için Allah’ın varlığını gösteren ibret verici deliller vardır.” (3/190)

İşte buradan çıkan sonuç çok açık ve bariz bir dille açıklanabilir: Bu âlemde her ne var ise, madem ki kör bir şansla meydana çıkmamıştır, o halde her şey her şeyle ilgilidir, ilintilidir, ilişkilidir, etkilidir, tepkilidir ve dengelidir.

Bu hakikati unutmayalım. 

Düşünebilir misiniz, örneğin toprak suyu sever. Çünkü toprak öylesine düzenlenmiş ve ayarlanmıştır ki, barındıracağı minicik, minnacık bir tohumu hasretle iştiyakla kucaklasın; sarıp sarmalasın ki, bu tohum, bu küçücük çekirdek çatlayarak topraktan yeryüzüne baş gösterip nazlı bir eda ile kendini gösterebilsin. Ama bunun için toprağın suya ihtiyacı vardır.

İşte toprak suyu sever. Ürün vermek için. 

Peki su neyi sever? Su da güneşi sever. Niçin, buharlaşmak için! 

Şu işe bakar mısınız? Su kendinden 150 milyon km ötedeki güneşle ilgili yaratılmış. 

Aşkla, sevgi ile muhabbetle sevecek ki, güneş ışığı o harikulâde ısısı ile okyanusları, denizleri, gölleri, akarsuları, dereleri ve çağlayanları buharlaştırsın.

Bakar mısınız, nasıl da olaylar arka arkaya zincirleme bir süreklilikle akmakta... 

Peki, buhar neyi sevecek? 

Buhar da bulutu sevecek. Sırf bulut olmak için! 

Bulut rüzgârı sever, kurak ve kurumuş topraklara ulaşmak için. 

Rüzgâr da yalçın dağ silsilelerini sever, hızlanmak için. 

Sonuçta bulutlardan taptaze, tertemiz sular topraklara ulaşır. İşte gerçek anlamda kavuşma budur, vuslat budur. 

Zira bulut toprağı sever ve bu sevgisini yani ilahi rahmetin hediyeleri olan mübarek sularını boşaltarak gerçekleştirir.

İşte tabiattaki olayların birbirine aşkla nasıl bağlandığını ve bu bağlantıda ilmin yerinin ne kadar önemli olduğunu belirtmeye çalıştık.

O halde bildik ve artık öğrendik ki, hiç kimse, hiçbir varlık Yaratan’dan başkasını sevmez, sevemez! 

Herkesin gönlündeki sevgili her neyse, bu; eş sevgisi, evlat sevgisi, para, mal, mülk, mevki, makam ve rütbe olsun; hepsi de aslında Allah’a duyulan asıl sevgiye bir perdedir. 

Sesler, nağmeler, kasideler, gazeller, besteler aslında hep Ona yönelmiştir ama, kişi farkında bile değildir. 

Allah aşkı; aslında ve esasında “Lâ ilâhe illallah” demek olan “Allah’tan başka ilah yoktur” ilkesinin kesin gerçekliğinden doğmuş ve gelişmiştir. 

Çünkü bu temel üzerine oturtulan düşünce dinamiği, “Allah’tan başka gerçek bir aşk yoktur.” anlamına da zarif bir göndermedir. 

Çünkü yaratıkların istisnasız hepsi de, Allah’ın güzelliğini sergilerler. 

Böylece iman nazarıyla bakan bir mümin, her yerde Rabbinin ilahî tecellilerini görür (müşahede). Bu hâl, alelâde bir keramet değil; irfan ve marifete dönüşmüş gerçek bir ilimdir. Gönüldeki hakiki aşkın zarif ve çekici bir ürünüdür. 

Hak dostları, ilahî aşkın kazandırdığı görüş (basiret) dirayeti ile tüm âlemi, ilahî kudretin tecellileri altında müşahede ederler. 

Rüzgârların, ırmakların, dağların ve bulutlarından dilinden anlamayanlar; gülden, sarmaşıktan, kurt ve kuşlardan ibret almayanlar için hayatın ne tadı olabilir? 

Bilen kişilerin nazarında ağaçların yeşil yaprakları bile, koskoca bir divân iken, her zerre Allah’ın güzel mi güzel sanatını ifşa etmiyor mu?

Ey âşık! Şunu bil ki, bilmeden, tanımadan aşk olmaz!

Ey âlim! Sen de şunu öğren ki, aşksız ilim olmaz!