TR EN

Dil Seçin

Ara

Masal Sevmeyen Böcek

Masal Sevmeyen Böcek

Toprağın altına dirilmek için girmişti ağustos böceği. Bir haşir müjdesiyle oradan çıkmıştı. Çıkar çıkmaz, ağaç dallarından bir kürsü buldu kendisine, oradan sözcülüğünü yapmaya koyuldu...

Küçük, incecik bir testereydi ağaç dalının kabuğu üzerinde çalışan. Bir santim kalınlığındaki dalın üzerinde binlerce defa gitti, geldi ve boylu boyunca bir yarık açtı. Açılan yarık, birkaç yüz ağustos böceği yumurtasını barındıracak bir yuvacıktı. Dal üzerinde işleyen testerecik ise, anne ağustos böceğinin yumurtlamakta kullandığı “ovipositor” adı verilen bir organından başka birşey değildi.

Yumurtalar yaz ortalarındaki bir zamanda düştü ağacın dalında açılan yuvaya. Ve orada altı hafta kadar kaldı. Sonra, yumurtalardan birer birer yavrular belirdi. Henüz böcek değildi yavrular; böcek olmak için önlerinde uzun mu uzun bir yol vardı.

Önce toprağa düştüler yeni bir doğuş için.

Düşen yavrular toprağa daldılar, ağacın köklerine doğru. Ne aradıklarını, ne yapacaklarını biliyorlardı.

Herbiri ağacın köklerinden bir yere tutundu, orada kendisine bir yer edindi.

Bir yandan köklerin topladığı besinden kendi payını alıyordu genç böcek, bir yandan da yaratılıştan yaratılışa geçiyordu.

Günler, aylar, yıllar böylece geçti.

Galiba üç sene sonraydı—yoksa beş mi? Her ne ise, yaz mevsiminin günlerinden bir gün, ortalıkta yağış tehlikesi olmadığı bir sırada işaret aldı böcekler.

O sırada çoğu yerin bir metre kadar altındaydı.

İşareti alan, toprağı kazmaya başladı. Yerin altında, aynı anda binlerce tünel açılmaya başladı.

Kazdılar ve tırmandılar. Milim milim yükseldiler yıllar önce hayata gözlerini açtıkları dünyaya doğru.

Fakat bu defa farklı bir kılıkla çıkıyorlardı.

Üstelik çıktıkları kılıkta da fazla kalmayacaklardı.

Toprak delik deşik oldu. Deliklerden böcekler belirdi. Bir dağ yamacında hiç kusursuz bir haşir provası yaşandı. Çıkan niçin çıktığını ve ne yapacağını biliyordu.

Böceklerin herbiri kendisine bir bitki veya ağaç gövdesi buldu, ona tırmandı. Tırmandığı yerde üzerindeki elbiseyi çıkardı.

Ortaya çıkan, saydam kanatlı, siyah beneklerle süslenmiş yeşil bedenli, çıkık gözlü birer ağustos böceği idi.

Herbiri bir görevle gelmişti ağustos böceklerinin. Dişileri yumurta yapacak, erkekleri de stereofonik sesleriyle yaz semâlarını tesbihatıyla çınlatacaktı.

Stereofonik ses. Parmak kadar böceğin karnına iki tane davul derisi gerilmiş ve bunların titreşimiyle stereo yayın yapan bir stüdyo kurulmuştu. Evet, ağustos böceği yayın yapmak üzere düzenlenmişti—karınca nasıl kırıntı toplamak için yaratılmışsa. Yani ağustos böceği tembel değildi; kimsenin ne kimseye bir üstünlüğü vardı, ne de kimseden aşağı kalır tarafı.

Bir ağustos böceği, sonra bütün bir ağaçtakiler, sonra bütün yamaçtakiler… Bir yamaç ağustos böcekleriyle dile geldi.

Gerçi herkes kendi diliyle konuşuyordu orada. Konuşulanların kimi işitiliyor, kimi görülüyor, kimi tadılıyor, kimi hissediliyordu.

Bütün bunların yanı sıra, tatlı dilli, hoş sadalı tercümanları da vardı konuşanların.

Hiç kuşku yok, ağustos böceği de onlardan biriydi.

Günler ve geceler boyu göklere ve yere seslendi ağustos böceği. Şakıdı, şakıdı, şakıdı.

Yakından dinleyenler, sadece birkaç ağaçtan gelen sesin, insana başkaca birşey işittirmeyecek kadar yüksek olduğunu fark ediyorlardı. Fakat ne kadar yüksek olsa, ses asla rahatsız edici değildi.

Her şeyden önce yabancı değildi bu ses. Buranın, bu yamacın, bu dünyanın sesiydi.

Kimi zaman başka böcekler katıldı ağustos böceğine, kimi zaman çeşit çeşit kuşlar.

Fakat o hep oradaydı.

Susmadı, yorulmadı, acıkmadı.

Altı hafta boyunca yemeden, içmeden anlattı durdu ağustos böceği.

Ömrünün yetmediği yerde başkasına devretti anlatacaklarından arta kalanı.

O, aylarca süren hazırlıklardan sonra konserini veren bir virtüözdü.

Hayır, aylarca değil, yıllarca hazırlanmıştı bugünler için: gözlerden uzakta, mütevazı toprağın derinliklerinde.

Toprağın altına dirilmek için girmişti ağustos böceği.

Bir haşir müjdesiyle oradan çıkmıştı.

Çıkar çıkmaz, ağaç dallarından bir kürsü buldu kendisine, oradan sözcülüğünü yapmaya koyuldu.

O konuştu, dağlar dinledi.

O konuştu, günler ve geceler dinledi.

O konuştu, gökler ve yer dinledi.

Cismi küçükse de, görevi büyüktü ağustos böceğinin.

O da kendi çapında bir zâkir başıydı.

Kış için birşeyler toplamasına ihtiyacı yoktu. Çünkü kışı değil, sonbaharı bile göremeyecekti. Hattâ yarını değil, bugünü bile düşünecek hali yoktu. Daha doğrusu, düşünmesine gerek yoktu. Çünkü ona gerekli olanı veren vermişti bir kere.

Bir defa bu dünyaya çıktıktan sonra onun işi yemek veya içmek değil, sadece verilen görevi yapmaktı.

Nitekim yaptı da.

Yemedi, içmedi, sadece anlattı.

Anlayan anladı, dinleyen dinledi ağustos böceğini.

Okuma yazma bilmeyenler de onun çalıp oynadığını sandılar.

Çünkü onların bu dünyadaki işi çalıp oynamaktan ibaretti.

Yahut onlar öyle sanıyorlar.