TR EN

Dil Seçin

Ara

Hayat ve Askerlik

Hayat ve Askerlik

Hayatın askerliğe ne kadar benzediğine şaşıracaksınız...

Yıllar önce askerden yeni terhis olmuş bir arkadaşım şöyle demişti: “Tam on beş ay askerlik yaptım, hiç vukuatım olmadı, hiç ceza almadım.” Bu söz üzerine nurlardan açıp o güzel cümleyi okumuştuk: “Mükellefiyet-i askeriye iki buçuk senedir. Amma mükellefiyet-i ubudiyet, müddet-i ömürdür.” Evet, böyle diyordu nur müellifi eserini yazdığı dönemdeki askerlik süresi ile bir ömür boyu süren kulluk vazifesini anlatırken. Biz de bu cümleyi okuduktan sonra keşke demiştik kulluk vazifesinden terhis olup, vatan-ı aslîmiz olan ahiret diyarına giderken aynı böyle diyebilseydik: “Altmış küsur sene kulluk vazifemde hiç hata yapmadım—en azından büyük günahlardan—hiç vukuatım olmadı, hakkımda günahlarımı kaydeden melekler hiç tutanak tutmadı…” Peygamber değiliz, ismet sıfatımız yok ve ayrıca insanların günah işlemesi Cenâb-ı Hakk’ın Ğaffâr isminin bir gereği; fakat ne kadar az vukuatımız olsa hayat vazifesinden terhis günümüzün o kadar güzel olacağı muhakkak.

Yıllar sonra vatani görevimi yerine getirmek için askere gittim. Kısa dönem bir er olarak yaptığım askerlik boyunca zaman zaman yaşadıklarım bana hep bu güzel sözü hatırlattı: “Mükellefiyet-i askeriye iki buçuk senedir. Amma mükellefiyet-i ubudiyet, müddet-i ömürdür.”

Evet ortalama altmış yıllık kulluk vazifem içersinde beş ay kadar askerlik vazifemi yaparken Üstadın ne güzel bir teşbihte bulunduğunu yaşayarak anlıyordum. Kışlada geçirdiğimiz günlerde karşılaştığımız hadiseler bu iki vazifenin birbirine ne kadar çok benzediğini ortaya koyuyordu. Nizamiyeden içeri girip teslim oluşumuz bile kulluk vazifesini ifa için dünyaya gelişimizi andırıyordu. Dünyaya yeni gelen bir bebeğin şaşkınlığı, ağlaması ve hayat kanunlarına cahilliği gibi, acemi erler de hem şaşkın, hem hüzünlü ve hem de adı üzerinde acemi idiler.

Hem nasıl ki dünyaya yeni gelen bir insan, anne babasını, yaşayacağı şehri, bir ömür boyu taşıyacağı ırkını, rengini, sesini kendi seçmediği gibi, bize de kimse nerede ve ne olarak askerlik yapmak istediğimizi; ne tür elbiseler giymekten hoşlandığımızı sormamıştı. Herkese aynı kamuflajın belli bedenleri verilmiş ve aynı botları bağlayıp asker olmuştuk. Daha önce tanımadığım biri ile aynı odada uyuyamam diyen kırktan fazla insan, artık aynı odayı paylaşıyorduk ve bir takımda aynı komutanın emri altında olmak birbirimize karşı alaka ve muhabbetin bir sebebi idi.

Ve artık askerliğin talim ve eğitimleri başlamıştı. Başımızda komutanlarımız vardı ve emirlerine mutlak itaat lazımdı. Ricaların bile emir telaki edildiği bir vazife içerisinde idik. Yapmamız emredilen bazı şeylerin mantığını anlamasak da ve sebebini bilmesek de sırf emredildiği için yapmalıydık. Neticesinde ise tek mükâfatımız komutanın memnuniyeti idi. Tıpkı ibadet ederken düşünmemiz gereken “Harekâtındaki sebebi sırf emr-i ilahi ve neticesi rıza-yı Haktır” kaidesinde olduğu gibi. Yani kumandan-ı âzam olan Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine uyarken ihlasın bir gereği olarak, neden ibadet ediyorsun, neticesi nedir diye sorulsa cevaben söylememiz gereken “Sırf emredildiği için ibadet ediyorum ve neticesi ise Allah’ın benden razı olmasıdır.” gerçeğini askerlik vazifesini ifada komutanın verdiği emirleri yerine getirirken ne güzel anlıyorduk. Hem de komutanlarımızın bizden istediği pek çok şeyin başlangıçta mantığını anlayamasak da zaman geçtikçe görüyorduk ki burada askerî bir mantık var. Evet, “Mantığın bittiği yerde askerlik başlar.” ifadesinin yanlış olduğunu da askerlik vazifemi yaparken anlıyordum. Evet, bu ifade yanlıştı ve doğrusu “Sivil mantığın bittiği yerde askerî mantık başlar.” olmalıydı. Nasıl ki nizamiyeden içeri girerken sivil elbiselerimizi çıkarıp askerî elbiselerimizi giymiştik aynen öyle de sivil mantığımızı çıkarıp askerî mantıkla düşünmemiz gerekiyordu.

Askerliğimizin ilk günleri idi, yani acemi birliğimizde idik ve içtimada bir arkadaşımız eksik çıktı. Çavuşlarımız aradı taradı ve Ağustos ayının sıcağında bir ağacın gölgesinde uyuyakalmış olarak buldular. Bizim uykucu tertibi aramaktan bizar olan çavuşlar sevinerek arkadaşımızın hakkında tutanak hazırlanacağını ve ceza alacağını söylüyorlardı fakat ne tutanak yazıldı ne de ceza verildi; çünkü yanlışı yapan asker acemi idi. Daha sonra eğer aynı hatayı usta birliğinde yapacak olsak cezanın kesin olacağını öğrendik. Usta birliğine gidinceye kadar askerin nöbeti de olmuyor devriyesi de yani asıl askerlik usta birliğinde başlıyor. Aynı şekilde insan da dünyaya geldikten sonra ergenlik çağına girinceye kadar yaptıklarından mesul değil. Sanki yaklaşık ilk on beş yıl, kulluk vazifesini ifa için dünyaya gelen insanın acemi birliği zamanıdır. Bu dönem bir nevi kulluk vazifesine oryantasyon dönemidir ve yapılan bazı hatalara müsamaha gösterilir, hatta bir çok kulluk vecibesi bu dönemde farz değildir. Ergenlik çağına gelinceye kadar insan zarar ve menfaatini ancak fark eder. Vazifesini anlar ve onu buraya göndereni tanır…

Buraya kadar hayatın askerliğe ne kadar benzediğine değindik. Gelecek yazımızda da terhis ve askerlik sonrası hayat ile ölüm ve ahiret hayatının benzerliğini yazacağız inşaallah.