TR EN

Dil Seçin

Ara

Ölüm ve Askerlik

Ölüm ve Askerlik

Önceki yazımızda hayatın askerliğe ne kadar benzediğini yazmıştık. Elbette bununla bitmiyor, ölüm ve askerlik arasında da ilginç benzerlikler var…

Önceki yazımızda hayatın askerliğe ne kadar benzediğini yazmıştık. Elbette bununla bitmiyor, ölüm ve askerlik arasında da ilginç benzerlikler var…

Benim yattığım ranzanın bana bakan kısmına bir asker şafağını yazmış daha sonra da o dönemde ranzayı kullanan diğer bir arkadaşına nükteli bir şeyler karalamıştı. Her ikisini de koğuşta tanıyan çıkmadı. İkisi de artık başka diyarlardaydı ve onların yerini biz almış, oyalanıyorduk. Tıpkı hayatta sahip olduğumuz, “benim” dediğimiz, fakat ölürken alıp götüremediğimiz malımız, mülkümüz, makam ve ünvanlarımız gibi. Yatsı vakti geldiğinde gündüzün ışığından eser kalmadığı gibi zaman içersinde de öyle bir vakit geliyor ki, bakiye-i asarımız dahi kayboluyor, adımız unutuluyor, tanıyanlarımız dahi kalmıyor.

Yeni gelenlere yer açılsın diye insanların dünya isimli imtihan yerinden ölüm ile ayrılması gibi, askerler de alt devrelere yer açılması için vakti gelince terhis oluyorlardı. Terhis olanlara terhis olmadan önce arkadaşlarının verdiği isim ise çok manidardı: dede. Evet, onlar artık dede idiler çünkü ‘torun’ları gelmişti. Dede olmak kışladan ayrılmanın habercisiydi. En tecrübeli erler, kışlada tezkereye en yakın olan üst devreler yani dedelerdi. Yine aynı insan ömründe olduğu gibi ne üst devrelik baki idi ne de torunluk. Herkes sıra ile bu merhalelerden geçmekte ve sonunda da hepsini bırakıp gitmekteydi. Herkesin “benim” dediği bir silahı, elbisesi, yatağı vardı ve bunların hiçbirini buraya gelirken kendisi getirmediği gibi giderken de götüremiyordu; belki de bu yüzden kimse bunlara kalbini bağlamıyordu.

Yunus Emre’nin, “Mal sahibi, mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi / Mal da yalan mülk de yalan / Gel birazda sen oyalan” dediği gibi askerlik yaparken kullandığımız ve “benim” dediğimiz eşyalarımızın ilk sahibi de son sahibi de biz değildik, alıp götüremezdik.

Askerde öğrendik ki teslim olma tarihimizden bir gün bile erken gelsek nizamiyeden içeri alınmıyor ve günü dolanı da gidecek yeri olmasa bile bir gece dahi kışlada bekletmiyorlardı. “Ben vatanım için biraz daha askerlik yapmak istiyorum” deseniz de kabul edilmiyordu çünkü artık kazan mevcudundan isminiz siliniyordu. Yani, artık sizin orada ne yiyecek ekmeğiniz ne de içecek suyunuz kalıyordu. Dünyada yiyecek ekmeği, içecek suyu kalmayanların vazife-i hayat külfetinden terhis olmaları gibi, artık onlar da terhis olmalıydılar.

Anadolu’da cenaze namazının kalabalık olmasına önem verilir, hatta bunun için cenaze merkezî camilerin birinden kaldırılır. Sanki o günkü kalabalık ölen insanın ne kadar sevildiğinin bir göstergesidir. Yaşı kemale ermiş insanların ağzından “İnşallah günüm şenlikli olur” diye bir arzuyu duyarsınız kendisi için yapılacak son merasim için. Cenaze merasiminin kışladaki karşılığı tezkere merasimi idi. Aynı tertip iki erin teskere tarihi de aynı olmuştu fakat askeriyedeki yaşantıları çok farklı idi. Sanki biri nur temsillerindeki sağa giden bahtiyar nefer, diğeri ise sola giden bedbaht neferdi. Bahtiyar arkadaşımız kahvaltı saatinde nizamiyeden çıkmasına rağmen herkes sıcak çayından vazgeçmek pahasına yolcu etmek için oradaydı ve giderken o da ağlamaklı oldu biz de. Terhis olduğuna seviniyor fakat sevdiği arkadaşlarından ayrıldığına ise üzülüyordu. Sevdiklerinin çoğunun gideceği memleketinde olması hem onun hem de bizim için teselli kaynağı idi. Zaten biz de onun gibi burada hep kalmayacak bir gün ayrılacaktık. Epeyce kalabalık bir grupla arkadaşımızı alkışlarla yolcu ettik. Diğer arkadaşımız ise kimseye “Allahaısmarladık!” dahi demeden tek başına nizamiyeden çıkıp gitmişti. Kimse arkasından güzel şeyler söylemedi. Hatta bahsi geçtiğinde bir arkadaşımızın “Boş verin gidenlerin ardından konuşmak iyi değildir!” demesi askerlik ile hayatın benzerliğinin manidar bir örneği idi. Ve aynı hayatta olduğu gibi, gelen herkes gidiyor fakat giden hiç kimse bir daha geri gelmiyordu.

Nur risalelerini okuduğumda bir cümle dikkatimi çekmişti: “Ölümün hakikatini gören kâmil insanlar ölümü sevmişler, daha ölüm gelmeden ölmek istemişler.”

Nasıl olurdu da ölüm sevilirdi ve ölümü sevdiren bu hakikat ne idi? Herkesin en çok korktuğu, en uzak olmak istediği ölümü, kimler niçin severdi de daha gelmeden onu arzulardı? Ölümün hakikatini ben de bilmiyordum ve bundan dolayı en çok korktuğum şeydi. Okudukça öğrendim ki, meğer en çok korktuğum ölüm ne kadar güzelmiş. Sizlere müjde denilerek anlatılıyordu ölüm “Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.”

Ölümdeki terhis manasını insanın askere gelip de tezkereyi beklemeden kemaliyle anlaması oldukça zor. Terhis günü bir asker için belki de hayattaki en mutlu gün; zaten yapılan muhabbetlerin yarısı şafak muhabbeti… Asker o gün asıl vatanına dönüyor, sevdiklerinin toplandığı yer olan memleketine gidiyor. Giderken çok sevdiği arkadaşlarından ayrılmak onu bir derece üzüyor fakat, ana babasına, yârine ve belki de yavrusuna kavuşuyor olmak, terhis olan askeri bin kere sevinçlere boğuyor.

Ayrıca nasıl ki ölümle kulun namaz, oruç gibi vazifeleri artık son bulur aynen öyle de terhisle beraber de askerin içtima, nöbet gibi görevleri biter. İşte bu sebeptendir ki askerler teskereyi bir kere daha sever ve daha vakti gelmeden terhis olmak isterler. Peygamber Efendimiz (asm) gibi sevdiklerimizin çoğu aslında kabrin öbür tarafında, burada olanlar da oraya gidiyor. Ölüm hakikatinin böyle güzel taraflarını görüp de sevmemek mümkün mü? Teskerenin hakikatini herkes görüyor fakat ölümün hakikatini görmek için kâmil insan olmak gerek.

Terhis tarihi yaklaştığında eğer yattığın ranza koğuşun iyi yerinde ise, botların sağlam kalmış, kamuflajın eskimemişse hepsine talipliler çıkıyor ve sen daha terhis olmadan, kullandığın ve geçici bir süre için sana emanet edilen malzemelerin birilerine sözünü vermeye başlıyorsun ve kışladan ayrılır ayrılmaz biraz önce ayrılığına üzülen arkadaşların geride bıraktığın malzemelerini paylaşırken seviniyorlar. Allah’ın askeri olduğumuz dünya kışlasından insan henüz daha yeni ayrılmışken emanetçisi olduğu nesi varsa en yakınları, yerin altında olan cesedini ise mikroorganizmalar paylaşmaya başlıyor. İnsan ise bu sırada yaşamış olduğu hayatın hesabını vermekle meşgul oluyor.

İçtima askerlik vazifesinin vazgeçilmezidir. Günün belli saatlerinde askerler bir araya gelir, selam durur ve komutana tekmil verilir. İçtimada hal dili ile her asker ilan eder ki, “Ben ordumun emrindeyim!” Bu ilan ediş tek başına değil bir nevi cemaat halinde yani toplu olarak yapılır, zaten içtimanın kelime anlamı da cem olmak, toplanmaktır. Kışladaki askerler namına bir rütbeli, kışladaki en rütbeli olan komutana karşı bunu dile getirir ve der ki “Hepimiz emir ve görüşlerinize hazırız!” Her bir müminin de günde beş defa içtiması vardır. Günde beş defa tüm varlıkların sahibi olan Kumandanı Âzam’ın huzuruna çıkılır ve kulluk ilan edilir. Cemaat namına imam bu ilanatı dile getirir ve der ki: “Ey Âlemlerin Sultanı olan Rabbimiz! Biz yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz…”

Askerdeyken bir komutanımıza çıkıp, zaman zaman İngilizce çalışabileceğim bir görev alıp alamayacağımı sormuştum, verdiği cevap manidardı: “Öncelikle buradaki vazifeni düşüneceksin, çünkü onun için buraya getirilmişsin. Devlet seni bu maksatla besliyor, barındırıyor, ayağına bot, sırtına elbise veriyor. Arta kalan vaktin olursa o tür çalışmalar yapabilirsin.”

Evet kışlaya askerlik yapmaya gelmiştim, daha doğrusu getirilmiştim ve öncelikli vazifem bu idi, bu vazifeyi yaptıktan sonra başka işlerime bakabilirdim.

Peki ya dünyaya ne için gelmiştim? Doğrusu ben gelmemiş, getirilmiştim. Beni yoktan var edip de dünya denilen imtihan salonuna getiren Cenab-ı Hakk’ın benden istediği neydi ve beni ne ile mükellef kılmıştı? Cevabı tek bir kelime ile özetlenebiliyordu bu soruların: ubudiyet. Yani Allah’a kulluk için dünyaya getirilmiştim ve bunun için önce beni yaratana iman edecek, onu tanıyacak, tanıdıkça sevecek ve kalbimde hissettiğim manevi lezzeti, şevki ile Onun emirlerini yerine getirecektim.

Yani dünyaya ne filan makamı elde etmek için, ne de falanca kadar zengin olmak için gelmemiştim. Tabi asıl olan vazifelerimi yaptıktan sonra helal dairesinde ötekilere çalışmanın da bir mahzuru yoktu. Bir akademisyen abimin dediği gibi “Dünyaya profesör olmak için gelmedik, ama gelmişken de olduk.” Nasıl ki insan Gaziantep’e sırf baklava yemek için gitmez fakat gitmişken baklavasını da yer. İnsan dünyaya Cenâb-ı Hakk’ı tanımak, ona iman edip, ibadet etmek gibi ulvi vazifeleri ifa etmek için gelmiştir ve bu ulvi vazifeleri yaptıktan sonra diğer dünyevî gayelere de çalışabilir.

Yüz elli beş gün askerlik yaptım, çok şükür bir vukuatım olmadı ve hakkımda bir tutanak yazılmadan askerliğimi bitirdim. Kışla ortamına göre cennet kadar güzel sivil hayatta zaman zaman birlikte askerlik yaptığımız arkadaşlarla görüşüp o günlerin muhabbetini yaparak, gülüp söyleşiyoruz. Cenâb-ı Hak’tan niyazım, askerlik vazifesi gibi kulluk vazifemi de vukuatsız bitirip Azrail aleyhisselamın elinden terhis belgemi alırken askerlikten terhis olduğum gün gibi mutlu olabilmek ve ubudiyet vazifesinde beraber olduğum dostlarımla cennette birlikte oturup dünya hayatını derhatır edebilmek. Rabbim nasip etsin.