TR EN

Dil Seçin

Ara

Ölüm Yolunda Eğlenme - 6 / Biz Yaşarken ‘Ölüm’ Yok mu? / Deneme-Hikâye

Kenan’ın babası Rüştü Bey vefat etmiş ve onun taziyesi dolayısıyla arkadaşı Fikret, Levent, Erdem beyler ve cenaze namazında tanıştıkları Mesut Bey birlikte sohbet etmektedirler.”


 

Odaya derunî bir hava hakim olmuştu. Herkes cenazeyi de kendilerini de unutmuş, bir başka iklime girmiş gibiydiler. O sırada kapı vuruldu. Kapıyı Levent açtı.

Kenan, ‘Amca!’ diyerek yerinden fırladı ve yaşlı adamın eline kapandı. Sonra ona sımsıkı sarılarak ağlamaya başladı. Yaşlı adam da bir süre göz yaşı döktü. Sonra köşedeki koltuğu ilişti. Dirseklerini dizlerine dayadı, çenesini kenetlenmiş olan ellerine dayayarak bir süre sessizce kalakaldı. Sonra doğruldu ve odadakilere,

Kenan’ı bu acılı gününde yalnız bırakmadığınız için hepinize çok teşekkür ederim.” dedi ve kendini tanıttı:

Kenan’ın amcasıyım. İsmim Veysel. Almanya’da ikamet ediyorum. Acı haberi hemen aldım, ama ancak bugün için uçakta yer bulabildim.

Bir iç çekti:

Ağabeyimin cenazesine yetişmek nasipte yokmuş!” dedi.

Kısa bir sessizlikten sonra Fikret Bey, misafire Almanya’da ne görev yaptığını sordu.

Şu anda bir görevim yok. Zaten yaş altmışa dayandı. Oğlum bir firmada çalışıyor. Onunla kalıyoruz.” dedi ve ekledi:

Almanya’ya gideli dört sene oldu. Daha önce basın dünyasında değişik görevlerde bulundum. Mülkiye mezunuyum ama mesleğimi icra etmedim. Gençliğimden beri edebiyata özel bir merakım vardı. Hem Doğu hem de Batı klasiklerinin büyük çoğunluğunu okudum. Kaderin sevkiyle kendimi Bab-ı Ali’de buldum. Bir dergide köşe yazarı olarak başlayan yazı hayatım, tam yirmi beş sene sürdü. Şimdi yazmaktan çok okumakla vakit geçiriyorum.”

Fikret Bey,

Kaderin sevki dediniz. Biraz açıklasanız memnun kalırız.”

Mülkiye son sınıftaydım. O yıl hemen her ay yeni bir dergi çıkıyordu. Bunlar bir tek merkezden emir alıyor gibiydiler. Hepsinin tek ve ortak bir hedefi vardı: Gençleri dejenere etmek.

İçimde müthiş bir heyecan baş gösterdi:

Şehvet, menfaat ve eğlence üzere kurulu bu çarka kapılanlar insanlıklarını kaybediyorlar. Ben yarın bu adamların amiri olsam, yöneticisi olsam, kaymakamı, valisi olsam ne yazar. Ben ahlâksızlara güzel bir eğlence ortamı hazırlamak için mi görev yapacağım. Ben bu selin önüne geçmenin çarelerine kafa yormalıyım. Ta ki benden sonra gelecek insanlar daha temiz bir toplumu yönetebilsinler.

Kafam bu ve benzeri düşüncelerle çalkanıyordu. O günlerde bir arkadaşım malûm dergilerden biriyle yanıma geldi.

Sana bir yazı okuyayım, bakalım ne diyeceksin.’ dedi.

Yazının en çarpıcı cümlesi başlığın altına büyük puntolarla verilmişti. Onu okuyunca yazının tümünü okumaya gerek kalmıyordu.

Şöyle diyordu yazar:

Biz yaşarken ölüm yok, ölüm geldiğinde de zaten biz yokuz. Neyi, niye dert edinelim, hayatımızı zindan etmeye gerek yok, sefamızı sürelim.”

Kendini unutmuş, dünyaya geldiğini unutmuş, öme doğru durmadan yol aldığını unutmuş bir insan için bu demagoji yüklü cümleler bir cankurtaran simidi gibi görünebilirdi. Çok gencin bu gibi sinsi oyunlarla yoldan çıkarıldığını bu cümleler zihnime iyice yerleştirdi ve beni bir fikir mücadelesine doğru âdeta sürükledi.

Artık kararımı vermiştim: Yazar ve araştırmacı olacaktım.

İşte bütün bu olup bitenleri ben iki kelimeyle özetlemiş oldum: Kaderin sevki.”

Veysel Bey’in konuşması odadakilerin hepsinin dikkatini çekmişti. Şu var ki, bakışlarda farkı mânâlar okunuyordu: Fikret Bey düşünceli, Mesut Bey üzgündü, diğerlerinde merak ve heyecan karışımı bir ruh hali hakimdi.

Mesut Bey söze karıştı. Kendini tanıttıktan sonra:

Değerli kardeşim.” dedi, “Öncelikle seni tebrik ederim. Her devirde insanlar iki gruba ayrılmıştır:

Birinci gurup çoğunluğu teşkil eder. Bunlar hayatlarını kendi anlayışlarına göre değişik şekillerde sürdürür, daha doğrusu ömürlerini farklı şekillerde tüketirler.

Diğer gurup ise bu kalabalığa yön vermek, hayatı gerçek gayesine çekmek için çalışırlar. Bunlar sayıca azınlıkta kalırlar, ama hizmetlerine paha biçilmez.

Bu bahtiyar gurubun başında peygamberler gelir. O rehber şahsiyetlerin izinde gidenler de ikiye ayrılırlar:

Bir kısmı, o Hak elçilerinden öğrendiklerini hayatlarına tatbik etmeğe çalışır, fakat başkalarıyla fazla ilgilenmezler veya ilgilenemezler. Bunlar da bu grubun çoğunluğunu teşkil ederler. Az bir kısmı ise hayatlarını peygamber terbiyesiyle tanzim etmekle kalmaz bu noktada başkalarının da imdadına koşmaya çalışırlar.

Seni tebrik ediyorum, çünkü sen bu ikinci gruba girmeyi başarmış ve bu yolda çalışmayı hayatına gaye edinmişsin.”

Dinleyenleri kısa bir süre süzdükten sonra bakışlarını tekrar Veysel Bey’de yoğunlaştırarak sürdürdü konuşmasını:

Meslek hayatımda üzerinde hassasiyetle durduğum bir prensipten söz etmek isterim: Okuyucularımın kafasına bir soru attığımda onu mutlaka cevaplandırmam gerekir. Eğer buna zaman ve mekân fırsat vermiyorsa o zaman soruyu hiç ortaya atmam.

Bunu şunun için söyledim:

Siz, gençlere karşı şefkat duygunuzu harekete geçiren bir sinsi oyunu burada gözler önüne serdiniz. Merakla dinledik. Ama bunun cevabını bizden, özellikle şu genç misafirlerimizden esirgememeniz gerekir.

Zaten taziye ziyaretimizle de doğrudan ilgili bir konu. Biz buraya bir bakıma ölümü hatırlamak için toplanmış bulunuyoruz. Her Fatiha okudukça ruhumuz iki hazzı birden yaşıyor. Birisi rahmetli Rüştü Bey’e bir hediye göndermiş olmanın mutluluğu, diğeri ise kısa bir süre de olsa bu dünyanın boğucu problemlerinden sıyrılıp kabir ötesinin sonsuzluk âlemine yönelmenin zevki.

Ancak, sizin naklettiğiniz o manşet yazılar bizi âdeta tenkit ediyor: ‘Bırakın taziyeyi de eğlenmeye kaldığınız yerden devam edin.’ mesajı veriyor.

Biraz açıklama getirmenizde fayda olur sanıyorum.”

Haklısınız.” dedi Veysel Bey. “Ben de yıllar sonra okuduğum bir eserden aynı dersi almıştım:

Bâtıl şeyleri iyice tasvir safi zihinleri idlaldir.” Yani, yanlış yola, sapık yola itmektir.

Buna göre yanlış fikirleri tafsilatıyla anlatmak da karşıya zarar verebiliyor. Bunu önlemenin yolu o yanlışı düzeltecek açıklamalar getirmektir.”

Çok yerinde bir tespit.” diye söze karıştı Erdem:

Ben de bunun zararını çokça çekmiş birisiyim. Okuduğum kitaplarda kafama bir sürü şüphe girer ve bir daha da çıkmak bilmezler. Bundan çok huzursuz olmuşumdur.”

Veysel Bey, haklısın mânâsına başını esefle salladı ve devam etti konuşmasına:

Bilirsiniz, yanlış faraziyelerle doğru sonuçlara ulaşılmaz. Bu cümlelerde bir hayli yanlış önyargı var. Dolayısıyla sonuç da yanlış çıkıyor.

Biz yaşarken ölüm yok.’ deniliyor. Halbuki biz yaşarken ölüm var. Kasaptan koyun yahut sığır eti alırken, tavukçudan tavuk, balıkçıdan balık alırken hep ölüleri satın aldığımızı ve onlarda beslendiğimizi unuturuz.

Her akşam günümüz ölüyor.

Her mevsim bir öncekinin ölümü üzerine kurulmuş.

Öte yandan bedenimiz durmadan hücre değiştiriyor. Bir saniyeye 250 milyon alyuvar yaratılıyor, bir o kadarı da görevini tamamlayıp ölüyor.

Her gece uyumakla yarı ölü haline geliyoruz.

Böyle, ölümle iç içe yaşayan bir insanın, ‘Biz yaşarken ölüm yok.’ demesi bir tezat.

Ölüm geldiğinde de zaten biz yokuz.’ cümlesi de yanlış bir faraziye üzerine kurulu.

Bizler bir şehirden bindiği otobüsten bir başka şehirde zorla indirilip idam edilen yolcular gibi değiliz. Aksine bir limanda gemiye bindirilip bir başkasında indirilen askerleri andırırız. Binmemiz kendi irademizle olmadığı gibi inmemiz de yine kendi isteğimizle değil.

Böyle bir insan, ölüm ötesinin hiçlik olduğunu nasıl iddia edebilir. Onu yaratan zat, onu hiçliğe atacağını bildirmemiş ki böyle bir hükme varabilsin.

Demek oluyor ki, yokluk denilince bütün bütün mahvolmak, bir daha varlık yüzü görmemek anlaşılmamalı. O zaman varlığın bir mânâsı kalmaz.

Bir insan yüz sene de yaşasa sonunda yok olacaksa sonsuza göre yüz senenin hükmü yoktur, dolayısıyla dünyaya hiç gelmemiş, hiç var olmamış gibi olur.

O halde yokluk denilince, mevcut varlığın elden çıkması anlaşılmalıdır, hiçliğe gömülmesi değil.

Meselâ ben şu anda ihtiyarlamışım, benim gençliğim artık yok. Ama ben varım ve o gençlikten kalma nice miraslarla yaşıyorum. O zamanlar edindiğim bilgiler aklımda, gezdiğim yerler hafızamda duruyorlar.

İşin çok önemli bir yönü daha var ki, o da, o gençlikte işlediğim bütün ameller kaydedilmiş.

Bilirsiniz, Allah kelamında şöyle haber verilir:

Kim zerre miskal hayır işlese onu görür ve her kim zerre miskal şer işlese onu görür.”

O halde, hayır olsun şer olsun, hiçbir şeye yokluk ilişemiyor demektir. Hepsi var, hepsi mevcut ve hepsi bir hesap gününü âdeta bekliyor gibiler.

O halde mutlak mânâda yok olma diye bir şey yok demektir.

Böyle bir düşünce, Allah’ın bir emaneti olan varlığını, yine O’nun mülkü olan bu muhteşem âlemde O’ndan habersizcesine boşuna harcayan, yahut O’nu bildiği halde isyan yolunu tutan insanların kuru bir temennisinden ibarettir.

İnsan yokluktan gelmiyor ki yokluğa gömülsün. Onu, ezelî ve ebedî var olan Allah yarattı. Demek ki insan, Allah’ın bir kudret eseri, rahmet eseri, ilim eseri, irade eseri. İlâhî sıfatların ve isimlerin tecellisiyle yokluktan kurtulup varlığı tadan insan, yokluktan gelmiyor demektir.

Şu noktanın altını önemle çizmek isterim:

Yok iken var olma başka, yokluktan gelme daha başkadır. Bunlar birbirine karıştırılmamalı. Şu gördüğümüz varlıklar, yokluktan gelmiyorlar, yok iken var ediliyorlar.”

Veysel Bey, etrafa şöyle bir bakındı. Sonra ayağa kalktı. Televizyonun üzerine konulmuş gazeteyi alıp tekrar yerine oturdu:

Bir kağıt baktım da. Neyse bu da işimizi görür.” dedi.

Gazetenin kenarındaki boş kısmı göstererek,

Bakınız burada bir yazı yok, değil mi?” diye sordu.

Cevap beklemeden devam etti:

Şimdi ben buraya bir cümle yazacağım.” diyerek elini cebine soktu. Kalemini çıkardı, o boş kısma bir cümle yazdı.

Bu yazı az önce yoktu, şimdi var. Yok iken var oldu. Ama onun bu varlığı yokluğa dayanmıyor; benim varlığıma dayanıyor; ilmime, kudretime dayanıyor, irademe dayanıyor. Bunlar olmasa zaten o var olmaz.

Demek ki varlığın temeli yokluk değil, daha ileri bir varlık.

Benim varlığım kağıdın varlığından daha ileri derecede. Ben ona bir yazı yazıyorum. O, benim yazım oluyor.

O yazıyı bir an için akıllı farz etseniz o da kendisi için Ben varım.” diyecektir.

Veysel Bey, gazete kenarındaki o yazılı kısmı kopardı ve “Şimdi artık soba devri geçti, her yer kaloriferli. Onun için bu kağıdı şu anda yakamayacağım.” diyerek kağıdı cebine koydu.

Fakat, siz hayal âleminizde bu kâğıdı yaktığımı kabul ediniz. Şimdi, O yazı nereye gitti?” desem, Yok oldu.” demezsiniz; Kağıt yandı.” dersiniz.

Kağıdın yanması başka, yazının yok olması daha başkadır.

İşte, insan Allah’ın mahlûku. Onu yine kendi yarattığı element mürekkebiyle dünya sayfasında yazıyor. O yazı bir ömür boyu kendi varlığından, bilgisinden, iradesinde söz ediyor. Kendine tanınan ömür sermayesini doğru veya yanlış yolda dilediği gibi harcıyor. Ve sonunda ölüm gelip çatıyor. Ölen insan bir süre sonra kabirde yine elementlere dönüşüyor. Ortada artık o insan yok. Ama herkes biliyor ki, o yokluğu gitmedi. Az önceki yazı gibi, o da ömrü boyunca kendi varlık sayfasına neler yazdıysa onlar yine duruyorlar.”

Kenan,

Çok güzel amca, çok güzel!” diye yüksek sesle takdirlerini dile getirdi. Babam öldü ama amelleri ölmedi. Onlar durduğuna göre babam da hayatta demektir.”

Sonra, “Öyle ya!” diye seslice düşünmeye başladı:

Böyle olmasa herkesin yaptığı yanına kâr kalacak demektir. Böyle bir dünya tasavvur etmek bile ruhuma çok ağır geliyor.”

Veysel Bey, yeğeninin böyle düşünmesine memnun kalmıştı.

Az önce,” dedi, zihnimde bir fikir çaktı ve kaybolup gitti. O anda, çok kısa bir zamana müthiş bir mânâ birikimi âdeta sıkıştırıldı. Ben sizden hayalinizi kullanmanızı isterken bir anda gözümün önünde o hayal mahsulü dev romanlar sıralandılar. Onlara büyük bir ustalıkla yerleştirilmiş olaylar geçti gözümün önünden. O romanlar hayal mahsulüydüler, olaylar da öyle. Hiçbiri bu dünyada olmuş şeyler değillerdi. Ama yine de yokluğa dayanmıyorlardı. Öyle olsa onlardan zevk alamazdık. Onlarda bir varlık kokusu alıyorduk. Bu koku, yazarın varlığından ve sanatının mükemmelliğinden geliyordu.”

Devam etti:

Roman tahlillerini çokça okumuşumdur. ‘Falan roman şu yönüyle gerçekçi değil.’ denir. Meselâ, yazar romanında ismi geçen bir ilkokul öğrencisine yüksek Matematik bilgisi gerektiren şeyler konuşturursa hemen tepki görür. Çünkü olay gerçekçi değildir, inandırıcılıktan uzaktır.

Aslında her günümüz ayrı bir roman konusu. Bu dünyada insanlar sayısınca, hatta insanların yaşadıkları olaylar sayısınca gerçek romanlar yazılıyor gibi.”

Bakışlarını dinleyenlerin üzerinde süratle dolaştırdı:

Bu gerçek romanlara ne deniliyor biliyor musunuz?” diye sordu.

Sorusuna yine kendisi cevap verdi:

Amel defterleri.”

Çok enteresan!” dedi Fikret Bey. Demek ki biz şu anda bir gerçek romanda rollerimizi oynuyoruz. Siz Almanya’dan kalkıp buralara gelmişsiniz. Mesut Bey de bir cenaze vesilesiyle daha iki gün önce bizimle tanışmış. Şimdi bir aradayız ve değerli konuşmalarınızı zevkle dinliyoruz.”

Çok duygulanmış, bir o kadar da heyecanlanmıştı:

Güzel, çok güzel, gerçekten harika!” dedi.

Gözünde hayret şimşekleri çakıyordu. İç aleminde müthiş bir çalkantı olduğu rahatlıkla hissediliyordu.

İçini çekerek,

Evet! İşte böyle geçiyor ömür.” dedi. Sonra şu sözler döküldü ağzından:

Bir filmde görev alan oyuncular ne kadar da dikkatli olurlar! Çünkü oyun bir kez seyredilir; beğenilir, yahut beğenilmez. ‘Bu defa olmadı, aynı oyunu bir kez daha sergileyeceğiz.’ deme hakkına sahip değillerdir. O seyirciyi bir daha bulamazlar. Onun için çok hassas olmak, her sözlerine, her davranışlarına çok dikkat etmek mecburiyetindedirler.

İşte insanlar bunu bilse ve buna göre ömür sürseler ne kadar güzel olur! Kimse kolay kolay yanlış yapmaz.

Herkes kendi rolünü iyi oynadığı için de sonunda iyi bir toplum yapısı çıkar ortaya. Bunun nimetlerini herkes tadar. Bu yapılmayışın acısını yine hep birlikte çekiyoruz.”

Odada çok tatlı bir hava oluşmuştu. Cenaze, keder, elem unutulmuş, yerini fikir sohbeti, bilgi alışverişi almıştı.

Bundan herkes mutluydu. Artık yokluk tartışmaları unutulmuş, varlığın tadı çıkarılıyordu.