TR EN

Dil Seçin

Ara

Hayat Nedir?

Hayat nasıl bir şeydir ki, yumurtada bulunmaz, ama ondan çıkan civcivde vardır. Çekirdekte bulunmaz, ama ondan çıkan ağaçta vardır. Bedenimizin inşasında kullanılan yapıtaşlarında bulunmaz; ama biz canlıyız!

 

“Nasıl olur da Allah’ı inkâr edersiniz ki, siz cansız iken O size can verdi.” (Bakara Sûresi, 2:28)

 

BU ÂYETİN dile getirdiği hakikat için “tevhid delillerinin en büyüğü” dersek, hiç de abartmış olmayız. Fakat bu büyük delil pek seyrek olarak dikkatimizi çeker; onun üzerinde durup da düşünmek ihtiyacını hemen hemen hiç hissetmeyiz.

Âyet, “hayat deliline” ibret nazarlarımızı yöneltiyor. “Siz cansızdınız,” diye bize geçmişimizi hatırlatıyor, “O size can verdi” diyerek hayatın nereden geldiğini açıklıyor.

Burada sözü edilen, en geniş anlamıyla yaratılışımız değil, yaratılışımızı tamamlayan İlâhî fiillerin içinden bir tanesi, yani “ihyâ” (canlandırma) fiilidir. Gerçi yaratılışımızın diğer yönlerinden söz eden birçok âyet vardır; bu yönlerin herbiri ayrı ayrı mucizeler sergileyerek üzerimizdeki İlâhî nimetlerin büyüklüğünü bize gösterir: anne karnındaki yaratılış aşamaları, organlardaki âhenk ve orantı gibi. Bu âyet ise, bütün bu yönlerin en esrarlısı, en ziyade akıllara durgunluk vereni, en bilinmezi üzerinde duruyor.

Âyetin de işaret ettiği gibi, bizim yaratılışımızın başlangıcı, cansız maddelerdir. (Veya, ilk insanın yaratılışı söz konusu olduğunda, topraktan ibarettir.) İlâhî kudretin bin bir mucize ile sarıp sarmalayarak yoğurduğu insan bedeninin yapıtaşları cansız maddelerden başka birşey değildir. Bir binanın yapımında kullanılan taş veya tuğlalar hayata ne kadar uzak ise, insan bedeninin yaratılışında kullanılan bir karbon atomu veya bir nükleik asit yahut protein molekülü de hayata o kadar uzaktır. Ne var ki, taşlarla yapılan bir saray taş kadar cansız iken, insan bir canlı olarak dünyaya gelmektedir. İşte bunun hiçbir açıklaması yoktur.

İnsanın yaratılışını tabiatla, tesadüfle, evrimle açıklamaya çalışanlar, yaratılışın bu yönüne hiç temas etmezler. Gerçi insan bedeninin harikulâde maddî yapısıyla ilgili olarak da onların söyleyebileceği birşey yoktur; ancak dayanaktan yoksun iddialarla bu konuda birtakım modeller ortaya koyarak İlâhî sanatı tesadüfe mal etmeye çalışırlar. Lâkin cansız maddelerin nasıl olup da bir canlı bedeninde hayata kavuştuğu sorusu, dinî inançlara karşı savaş açmış çevrelerin rahatını kaçıran en önemli sorulardan biridir; onun için böyle bir şeyi sorguladıklarını pek gören olmaz.

Bu tespit bizi “Hayat nedir?” sorusuna getiriyor.

Bu nasıl bir şeydir ki, yumurtada bulunmaz, ama ondan çıkan civcivde vardır? Çekirdekte bulunmaz, ama ondan çıkan ağaçta vardır. Bedenimizin inşasında kullanılan yapıtaşlarında bulunmaz; ama biz canlıyız!

Nerede başlar bu hayat denen şey? Nereden gelir, ne zaman ve nasıl girer yumurtanın, çekirdeğin yahut kendi bedenimizin içine?

Bu soruların hiçbir cevabı yoktur.

Daha doğrusu, “Hayat nedir?” sorusunun cevabı da yoktur. Ne olduğunu bilmediğimiz için, o meçhul şeyin nasıl olup da yumurtanın veya çekirdeğin içine girdiği konusunda bir söz söyleyemiyoruz.

Fakat onu tanıyoruz. Mahiyetini bilmesek de, onu gördüğümüz yerde hemen “İşte bu hayattır” diyebiliyoruz. Canlılarla cansızları birbirinden ayırt etmekte çocuklar bile hiçbir zaman yanılmıyorlar. Ama “Nedir bu can?” diye sorduğumuzda, dünyanın bütün akıllıları bir araya gelse cevap veremiyor.

İşte böylesine, taklidi bir yana dursun, tarifi bile imkânsız olan bir mucizedir hayat. Onun için de en büyük bir tevhid delilidir; yani, onu yaratanın varlığına, onu her yerde ve sayısız canlılarda birden yaratanın birliğine sayısız dillerle tanıklık eden bir delildir.

Ve bu delil, en parlak bir şekilde, bizim üzerimizde kendisini gösteriyor.

Geçmişimiz tümüyle cansız maddelerden ibaret iken, Rabbimizin bize bağışladığı hayat sayesinde bu dünyanın her türlü rızkını tadıyor, bütün nimetlerinden yararlanıyoruz. Göklerde ve yerde serilmiş İlâhî sanat mucizeleri, hayat sayesinde bizim için bir anlam ifade ediyor. Hayat sayesinde maddî ve manevî duyularımız güzelliğin her türlü örneklerini âlemin dört bir tarafından toplayıp ruhumuza boşaltıyor. Gülün rengini, bülbülün sesini, elmanın tadını, anne kuşun şefkatini, yer ve göklerin yaratılışındaki hikmetleri hayat sayesinde anlıyoruz, tanıyoruz, tadıyoruz.

Ne gariptir ki, inkâr edenler de, bu nankörlüklerini, Rablerinin kendilerine verdiği hayat nimeti sayesinde gerçekleştiriyorlar, Onun en büyük nimetini en büyük bir küfran-ı nimet aracı yapıyorlar.

Âyet-i kerime, işte burada, vicdanlara hitap ediyor. Eğer bir parça vicdan kırıntısı kalmışsa o inkâr eden adamın benliğinde, onu sızım sızım sızlatacak bir şekilde soruyor:

“Nasıl inkâr edersiniz Rabbinizi?” diyor. “Nasıl nankörlük edersiniz Ona? Oysa siz cansız idiniz; size O hayat verdi.”