“Peygamber, müminlere, kendi canlarından daha yakındır.”
(Ahzâb Sûresi, 33:6)
Peygamber ile ümmeti arasındaki gönül bağını en tatlı bir üslûpla ortaya koyan âyetlerden birisi de bu âyettir.
Bu âyette, yaşayan bir peygamber vardır. O, geçmiş bir zamanda ömür sürmüş ve sonra toprağa karışmış, tarih olup gitmiş bir lider değildir. Onun ilişkileri de sadece kendi zamanında, kendi komşuluğunda yaşamış insanlarla sınırlı kalmamıştır. O, Allah tarafından gönderilen bir elçi olarak tebliğini tamamladıktan sonra bir tarafa çekilmiş, insanlarla ilgisi kalmamış biri de değildir. O, varlıkların en üstünü olarak, hiç kimsenin ulaşamayacağı, görüşemeyeceği, muhatap olamayacağı bir yerde de değildir.
O, Kur’ân âyetinin tabiriyle, müminlere çok yakın, hattâ kendi canlarından da yakın bir konumdadır.
Bu tanımda zaman ve mekân ayırımı da yoktur. Dünyanın neresinde ve hangi çağda yaşarsa yaşasın, herbir mümin için, kendisine canından daha yakın bir peygamber vardır. Bu konuda zaman ve mekân farkını abartmamak gerekir; çünkü bu dünyanın mekânı da, zamanı da pek dardır. Peygamber ile müminler arasındaki gönül bağı ise, ebedî âlemlerde sürüp gidecek bir muhabbet alışverişidir. Öyle bir yerden dünyaya bakınca, onun doğusu ile batısı arasında, yahut birkaç bin sene öncesi ve sonrası arasında kimse bir fark göremez.
“Canlarından daha yakın” ifadesi, müminlerden başkasına, abartı gibi görünebilir. Ancak Muhammed aleyhisselâmı peygamber olarak kabul eden bir müminin aklı da, kalbi de, nefsi de bu ifadede zerre kadar abartı olamayacağını bilir.
Çünkü o, bir mümin olarak, kendisinin Peygamber için ne kadar değerli olduğunu bilir.
Dünyada kendi kardeşi, anne-babası veya evlâdı için yıllar boyunca sabahlara kadar gözyaşı döken kim var?
İnsanın en yakınına bile göstermediği bu yakınlığı, o aziz Peygamber, ümmeti için göstermiş, gecelerini Rabbine ümmeti için yakararak geçirmiştir. Zaten Kur’ân da onu ümmetine çok düşkün, çok şefkatli, çok merhametli olarak tanımlar.
Buna karşılık, müminler de dünyanın dört bir yanından ona salât ü selâmlar gönderir.
Her an bu dünyanın minarelerinden onun adı anılır.
Naatlarda, dualarda, Allah’a sunulan en içten niyazlarda onun yâdı geçer.
Onun ve ümmetinin karşılıklı duaları, Yer ve Gökler Rabbinin dergâhında beraberce dinlenir.
Hiçbiri geri çevrilmez o duaların.
Çünkü o duaları ilham eden, onları cevaplandırandan başkası değildir.
Zaten aklın tek başına çözemeyeceği pek çok sorunun cevabı da işte burada yatar:
Niçin sevgilerin en derini gider ve gelir birbirini hiç görmemiş insanlar arasında? Niçin onun gelişinden yüzlerce sene sonra insanlar hâlâ onu canından aziz bilir? Niçin hâlâ onun adına şiirler söylenir? Dünya gözüyle görülmemiş bir sevgili niçin böylesine özlenir?
Bu sorular, bu akl ü fikrile cevaplandırılabilecek sorular değildir. Çünkü Peygamber ile ümmeti arasındaki bu benzersiz muhabbet bir alın yazısıdır ki, Yüce Yaratan, onunla her ikisini birbirine bağlamıştır.
Sonuç olarak, bu muhabbette, Peygamber ile ümmetini birbirine bağlayanın rahmeti görünür.
Çünkü muhabbet Onun rahmetinden gelir; gönüller de Onun emrindedir.
Kur’ân müminlere Peygamber sevgisinden bahseder.
Gönüller bu fermanı dinler.
Ve müminler, Allah Resulünü canlarından aziz bilir.
Artık Peygamber onlara, onlar Peygamberlerine tutkundur—hiçbir şeye tutkun olmadıkları kadar.
Yüzyılların ötesinden salâtlar ve selâmlar gider ve gelir.
Yüzyıllar boyunca dünyanın her karışında, atmosferin her zerresinde bu salât ve selâmlar yankılanır.
Nihayet sevgililerin kavuştuğu bir ebedî âlem açılır.
Allah’ın rahmetiyle başlayan bir öykü, Allah’ın rahmetiyle biter.
Sevenler ve sevilenler, sevdirenin muhabbeti altında muratlarına ererler.