TR EN

Dil Seçin

Ara

Peteği Yok, Balı Var!

Peteği Yok, Balı Var!

Bildiğiniz gibi karıncalar toplayıcı hayvanlardır. Özellikle yiyeceğin bol olduğu mevsimlerde sürekli toplarlar. Peki, sıvı halde bulunan bitki özünü nereye ve nasıl depolarlar?..

Marlo Morgan’ın, Bir Çift Yürek kitabında, bir grup Aborjinin, yani Avustralya yerlisinin peşine takılıp, Avustralya’nın uçsuz bucaksız düzlüklerinde, güya hayatın anlamını arayıp bulan Amerikalı bir moderen kadının hikâyesi anlatılır. Bu kadın yazarın kendisi midir, anlattıkları gerçekten yaşanmış mıdır, hatırlamıyorum. Ama sanırım öyleydi...

Hikâyenin ortalarında bir yerlerde, güneşten kavrulmuş, açlıktan ve susuzluktan dili damağına yapışmış, yalınayak başı kabak gezinip durmaktan perperişan olmuş Amerikalı teyze, Aborjin kadınlarından birinin, ortalıktan kaybolduktan kısa bir süre sonra, kocaman yeşil bir yaprak üzerinde, iri üzüm tanelerine benzeyen tuhaf birtakım şeyler ile geri dönüşünü anlatır.

Yaprağın üzerindekiler uzaktan üzüm tanelerine benzemektedir ama yakından bakınca bunların üzüm tanesi falan olmadığı hemen anlaşılır. Çünkü hepsinin bacakları vardır ve yaprağın üzerinde kıpır kıpır kıpırdamakta, mümkünse kaçıp gitmenin bir yolunu aramaktadırlar.

“Aman Allah’ım!” Bunlar resmen karıncadır!

Ancak minnacık kafaları incecik belleri ile bir karıncaya benzerken, vücutlarının geriye kalan kısmı, içi bal rengi bir sıvı ile doludur ve patlamaya hazır bir balon kadar şişkindir.

O kadar şişkindir ki, bırakın kaçıp gitmeyi, yürümeleri bile zor görünmektedir.

Aborjinler, bunlardan birer tane kaptıkları gibi ağızlarına atarlar. Bir tane de Amerikalı dostlarına ikram ederler. Misafirdir neticede!

Amerikalı, yılların Aborjinleri gibi bu acayip karıncayı ağzına alıp suyunu çıkarana kadar hürpletip, gerisini tüküremez. Çünkü ağzının içinde kıpır kıpır hareket eden karınca, kadıncağızı fena halde huzursuz eder. Üstelik karıncanın o kocaman haliyle, yemek borusundan aşağıya doğru gitmek gibi bir niyeti de yoktur; biçare, haklı olarak dışarıya çıkmak istemektedir. Neticede karıncayı çıkarır atar.

İşte bu bir BAL KARINCASI’dır. Bal karıncalarının peteği yoktur belki ama balon gibi şişkin mideleri bal doludur. Daha doğrusu, bala benzeyen bir şey! Dediklerine göre bal kadar olmasa bile şerbetten hallice tatlı bir şey imiş. Yokluk fukaralık, kıtlık, kıranlık zamanlarında altın ile de değiş tokuş edilmezmiş, o dereceymiş...

 

Karınca balı mı? Şaka mı bu?

Şaka değil ama çok afedersiniz basbayağı kaka!

Bal karıncaları afit adı verilen yaprak bitlerini çok severler. Onlarla aralarında yaratılıştan gelen büyük bir samimiyet vardır. Elbette bu kara kuru bir samimiyetten oldukça farklı bir dostluktur.

Bir bal karıncası, bir afitle karşılaştığında, aslında buna pek karşılaşma denemez çünkü bal karıncalarının işi gücü bu yaprak bitlerini arayıp bulmaktır. Evet bal karıncası bir yaprak biti ile karşılaştığında, onu yakalar ve karnını gıdıklamaya başlar.

Siz şimdi benim attığımı uydurduğumu sanıyorsunuz ama değil. Bilimsel kitaplarda “karnını okşar dürtükler” gibi ifadeler geçiyorsa da, bana göre bu düpedüz gıdıklamaktır. Çünkü yaprak biti, bir süre sonra kelimenin tam anlamı ile altına koyverir. Niye? Gülmekten elbet!

Yaprak bitleri sadece bitkilerin özsuyu ile beslendikleri için midelerinde bu özsudan başka bir şey olmaz. Dolayısıyla koyverilen şey de bir yaprak bitinin midesinde demlenmiş bitki öz suyundan başka bir şey değildir. Ve bal karıncalarının işçileri, bunun tadına bayılırlar! Çıkar çıkmaz daha dumanı üzerindeyken hürp diye içer bitirirler. Bazen yaprak bitlerinin karnını o kadar gıdıklarlar ki, zavallı yaprak biti gülmekten, midesinde ne var ne yok çıkarıverir. İşte o zaman karıncanın değmeyin keyfine!

 

Bal karıncalarının “depo” derdi!

İşçi bal karıncaları, yaprak bitlerinden, kabuklu bitlerden ve bazı türleri de, “Arkadaş ben suyu gözünden içmek isterim!” diyerek, doğrudan bitki ve çiçeklerden emip midelerine doldurdukları bu bitki özlerini yuvalarına taşırlar.

Taşırlar ama burada bir sorunla karşılaşmaları gerekirken karşılaşmazlar. Çünkü sorun o kadar acayip bir şekilde çözülür ki, ben söylemesem ve siz hiçbir yerde okumamış, görmemiş olsanız, kırk yıl düşünmeyle bile bu yaratılış mucizesi çözümü bırakın aklınıza, hayalinize bile getiremezsiniz.

Bildiğiniz gibi karıncalar toplayıcı hayvanlardır. Özellikle yiyeceğin bol olduğu mevsimlerde sürekli toplarlar.

Kimi buğday toplar, kimi ekmek kırıntısı, kimi ölü hayvanların öte berisini, kimi, sağa sola dökülmüş şeker taneciklerini... Artık aklınıza ne geliyorsa, karıncalar tarafından toplanıp yuvalarındaki erzak depolarına yığılır... Kış mevsimi ya da yaman bir kuraklık geldiğinde de nüfusu yüzbinleri bulan karınca ailesi aç kalmaz ve yerin metrelerce altındaki güvenlikli erzak depolarına yığdıkları erzak ile vaziyeti idare ederler.

 

Peki bal karıncaları ne yaparlar?

Sıvı halde bulunan bitki özünü nereye ve nasıl depolarlar? Biliyorsunuz, sıvı şeylerin depolanması için her zaman bir kap gereklidir. Bir cam kavanoz, bir küp ya da içindekini dışarıya sızdırmayacak çok özel bir depo! Aslında bir Tupperware de olur ama onlar çok kıymetli malum.

Neyse, bal karıncalarının yaratılıştan gelen mükemmel çözümleri, bir Tupperware’e ihtiyaç bırakmayacak kadar olağanüstüdür zaten...

Bal taşıyan işçiler karınları bal dolu olarak yuvaya gelirler ve bu balı ya da tatlı öz suyunu, kusup “taşıyıcı” işçi karıncalara teslim ederler.

Taşıyıcı işçi karıncalar, vücutlarının alt kısmını bir balon gibi şişirerek capcanlı birer bal kavanozuna dönüşebilecek özellikte yaratılmışlardır. Bu gönüllü saklama kaplarının gövdelerinin üst kısmı minicik bir karıncayken, alt kısmı bir üzüm tanesi kadar şişer.

Bunlardan yirmi-otuz kadarı yuvadaki depolarda ayakları ile tavana yapışır ve tıpkı üzüm salkımının taneleri gibi yan yana dizilirler. Karıncaların karınlarındaki bal, kendi vücut ağırlıklarının neredeyse 8-10 katı kadardır.

Bazen içlerinden biri tutunduğu yerden düşer ve yerde yuvarlanır. Böyle durumlarda öteki işçiler hemen koşup, onu tuttukları gibi el birliği ile tekrar tavana yapıştırırlar.

Kış mevsimi geldiğinde, ya da dışarıda işler ters gittiğinde, kuraklık olduğunda mesela, koloninin işçileri, bu canlı bal kavanozlarına gelirler. Kavanoz karıncalar, karın kaslarını kasarak bir damlacık bal çıkarırlar. Böylece işçi karıncaları “depodan” ama aynı zamanda taze taze beslemiş olurlar...

 

Karınca kararınca...

Peki ama bütün bunlar nasıl olabilir?

Şu minnacık bal karıncaları, ihtiyaçları olan gıdanın yaprak bitlerinin midesinde olduğunu nasıl bilebilirler?

Peki ya onu yaprak bitlerinin midesinden çıkarmanın yolunu nasıl keşfetmiş olabilirler?

Peki ya bir yerde depolanması, bozulmadan saklanması için bir karıncanın ihtiyaç duyduğu en pratik, en kullanışlı, en ekonomik, en sağlıklı bir yöntemi nasıl bulmuş olabilir karıncalar?

Tesadüfen mi?

Karıncalar, bu yöntemleri tesadüfen ve kendi kendilerine düşüne taşına bulabilirler mi?

Milyonlarca yıl içinde sayısız farklı yöntem denedikten sonra; en iyisinin bu olduğuna karar verebilirler mi?

Peki ya yeterince süreleri olan (nerden baksan 100 milyon yıl) karıncalar, bitle itle uğraşacaklarına adam gibi bal yapmanın bir yolunu bulamamışlar mı?

Bu işler milyonlarca yıl içinde evrile devrile, deneye yanıla, kendi kendine ve tesadüfen olduysa eğer, karıncalar da kendilerini biraz daha geliştireydiler ya arılar gibi?

Peki ya şu afit denen yaprak bitlerine ne demeli? Bütün bu süre içinde, gıdıklanmamanın, dürtülünce altlarına koyvermemenin bir yolunu neden bulamamış garipler?

Aslında bu sorulara cevap vermesi gerekenler bizler değiliz. Bütün bu sorulara, yıldızların da, karıncaların da bir Rabbi olduğuna inanmayanlar cevap versin. Çünkü biz, âlemlerden sadece bir âlem olan karıncalar âleminde çıktığımız bu kısa ama şaşırtıcı yolculuğun sonuna geldik. Daha doğrusu yazının sonuna geldik. İçinde dolaşmaya kalktığımız âlemin büyüklüğü ile kıyas edersek, bu pek kısa bir seyahat oldu. Ama yine de akıl almaz şeyler gördük; görmeseydik belki de bazılarına hiç inan(a)mazdık.

Bir çizgi filmde seyretsek mesela, “Amma da abartmış adamlar resmen sallamışlar!” diyeceğimiz harikulade şeylerin, bu acayip âlemde her gün yaşandığına şahit olduk. Ve bütün bu işlerin sahipsiz, başıboş, kendi kendine, tesadüfen, milyonlarca yıl içinde evrile devrile olamayacağını zaten biliyorduk da, bir kez daha anladık...

Kâinat kitabının minik kara kuru harfleri olan bu muhteşem yaratıklar, hem kendi cisimcikleri ile hem de muhteşem yaşayışları ile bizlere boylarından büyük dersler verdiler.

Meğer “karınca kararınca” ne büyük bir şeymiş!