TR EN

Dil Seçin

Ara

Bir Gurbet Özlemi

Bir Gurbet Özlemi

Hoca Ahmet Yesevi, UNESCO tarafından 2016 yılı anma programına alınmıştır.

Tarihte bilinen ilk büyük Türk mutasavvıfıdır. Tam adı, Ahmed bin İbrâhim bin İlyâs Yesevî, 1093 yılında Kazakistan’ın Sayram şehrinde doğdu. İslâmiyet’i Türklere sevdirmeyi, Ehl-i Beyt akidesini yaymak ve yerleştirmeyi kendine gaye edindi. Bu sebeple, başka diller bilmesine rağmen, Kur’an-ı Kerîm’den ve hadis-i şeriflerden istifade ettiği manaları özellikle Türkçe olarak kaleme aldı. Ve ‘Hikmetler’iyle, Türklere İslam’ı kolaylaştırarak anlatmıştır. İslâm’ı yeni kabul etmiş Türk topluluklarına dinin irfan yönünü tanıttı ve Anadolu’ya kadar uzanan coğrafyada İslamiyet’in daha iyi anlaşılmasına büyük katkı yaptı.

Hoca Ahmet Yesevi, UNESCO tarafından 2016 yılı anma programına da alınmıştır.

 

Onu tâ üniversite yıllarından beri tanırım. Fakülte sıralarında Kemal Eraslan Hocadan Hikmet’lerini okumuştuk. Ama ona yakın bir dost olmakta bir hayli gecikmişim.

“Vah bana!” dedim, kimlerden gaflet etmişim, kimlerden uzak kalmışım, kimlerden ayrı düşmüşüm.

Onunla yıllar sonra tekrar buluştum, konuştum dostça, sevgice, güzelce ve biraz da özelce...

Gurbetten, gariplikten, gariplerden dem vuruyordu kendini de içine katarak, gariplikte kurbeti (yakınlığı) bulma cehdiyle ve gayretiyle...

Gurbeti sevenleri, gariplere sahip çıkanları tanımıştım, ama bu zamana kadar onun gibi gariplere kol kanat gerenleri görmemiştim.

Gurbet yamandı, garipler yabandı, lâkin onlar bizden, içimizden biri, yanımızdakilerdi.

Türkistan Hocası olarak tanınan Ahmed Yesevî’den söz ediyorum. Çoğunuz bilirsiniz, yakından tanımasanız dahi sesi ve soluğu mutlaka kulağınıza gelmiştir.

Çünkü o bizim “Ahmed,” bizim “Yesevî,” tâ gönlümüzün evinde taht kurmuş, taç giymiş bir sevgi sembolüydü. Koca bir Türk ilini eğitmişti ve halen de eğitiyor. Her ne kadar 800 sene önce bu âlemden göçmüş olsa da... .

Sadece yazmamış, söylememiş, kalbine gelenleri yaşamış, gönlüne doğanları hayata geçirmiş, içini açan hakikatleri uygulamış bir “Hoca”ydı o.

Kimi kimsesi olmayanlara sahip çıkmış, gönlü ve ümidi kırıklara yaklaşmış, mazlumlara dost olmuş, gönülden kardeş ve arkadaş olmuş.

Dünyayı, âhireti kazanmak için kurulmuş bir ‚lem olarak görmüş, Kalplerin Sahibine yakın olmayı gerçek bir hedef bilmiş, mahşer günü Ona yakın olmayı teşvik etmiş, içinden “ben”i, “sen”i atmış, bir daha görmemek üzere yanından kovmuş.

Diyor ki:

“Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol sen, / Öyle mazlum yolda kalsa hemdem ol sen, / Mahşer günü dergâhına mahrem ol sen, / Ben-sen diyen kimselerden geçtim işte.”

Yesevî'nin örnek aldığı, rehber edindiği, peşine düştüğü, arkasından gittiği, izinden ayrılmadığı bir “Garip” vardı ki, o “garip”likten, “habib”liğe yükselmişti.

Gurbeti yaşadı, Yaradan’a habib ve sevgili oldu, ona karib oldu, yakın ve yakını oldu.

Efendimizdi bu, en güzel insan. Görmediği mihnet ve sıkıntı, çekmediği cefa ve eziyet kalmamıştı, gurbetin ve garipliğin her türlüsünü tatmıştı. Demek ki, garip olmadan habib olunamıyordu.

Yesevî, Efendimizi ve kendisinin engelleri aşarak vardığı yeri şöyle tarif ediyor:

“Medine’ye Resul varıp oldu garip, / Gariplikte mihnet çekip oldu habib, / Cefa çekip Yaradan’a oldu karib, / Garip olup engellerden aştım işte.”

Efendimiz nerde bir garip, bir fakir ve yetim varsa aradı buldu, derdine derman oldu, gönlüne ferman oldu, yanına, yakınına aldı, onlara göz kulak oldu, sahip çıktı, kendisine ümmet ve sahabe yaptı ve bu vasfıyla Miraçta Rabbinin cemaline, güzelliğine kavuştu.

Dünyaya dönünce de yine gariplerin ve yetimlerin izini sürdü, yüzlerini aradı buldu. Yücelere, yüceliklere yükselmek bu izi takip etmekten geçiyor demek ki:

“Garip, fakir, yetimleri Resul sordu,

Hem o gece Miraca çıkıp didar gördü,

Geri inip garip, yetim izleyip yürüdü,

Gariplerin izini izleyip indim işte.”

Hoca Ahmed, evlâd-ı Resuldür, bir Peygamber evladıdır, bir ehl-i beyt neslidir. Mesajını açık verir, hiç eğip bükmez, söyleyeceklerini doğrudan söyler ve sonunda gönüllere nakşeder, kalplere meşk eder.

Efendimize gerçek ümmet olmanın yolunu tarif ederken, gariplerin peşinden gitmeyi, âyet, hadis okuyanları dinlemeyi; rızkına, nasibine kanaat etmeyi ve hayatın sevincini bulmayı tavsiye eder:

“Ümmet olsan gariplere tâbi ol sen, / Âyet, hadis her kim dese, sâmi ol sen, / Rızık, nasip her ne verse, kani ol sen, / Kani olup şevk şarabını içtim işte.”

Asıl olarak garipleri, garip kalanları ve gurbete düşenleri Efendimiz övmüştü. Bu başka bir gurbetti ve bir başka gariplikti. Sanıyorum, bu tarife hepimiz az veya çok giriyoruz:

“İslam (Müslümanlık) garip olarak başladı, ileride yine garip olacaktır. Müjdeler olsun (ne mutlu) o gariplere! Onlar, benden sonra insanların ifsat ettikleri sünnetimi (bıraktığım hayat tarzını) ıslah ederler?”

Evet, gariplere, gurbettekilere, gurbeti yaşayanlara, garabet ve garipliklerle iç içe olanlara ne mutlu!

 

***

 

Türbesi, Kazakistan’ın güneyindeki Türkistan kentinde 1389 ile 1405 yılları arasında Timurlenk tarafından yapıldı.

2003’te UNESCO dünya mirası listesine kaydedildi. Ahmet Yesevî’nin türbesi Türkiye Cumhuriyeti tarafından TİKA marifetiyle yeniden tamir edilmiştir.