TR EN

Dil Seçin

Ara

Her Medeniyet Kendi İnsanını İnşa Eder

Her Medeniyet Kendi İnsanını İnşa Eder

İnsan anlaşılmak isteyen bir varlıktır. Tek başına hayatını idame ettirmesi fıtratına uygun değildir. Sosyal hayatın içinde bulunma zorunluluğu, çok farklı insan hayatlarının doğrudan veya dolaylı olarak temas ve etkileşim halinde olması demektir. İnsan ferdi veya kurumsal temelde gerçekleşen her türlü etkileşim çerçevesinde hem başkalarını etkileme hem de başkalarından etkilenme durumundadır.

Düşünen, akleden, üreten bir varlık olarak milyarlarca benzeri içinde kendi olarak var olması ve bir fark ortaya koyması, yaşadığı hayatın anlam kazanması açısından önemlidir. Bunun için de kendisini farklı kılan duygu ve düşünce birikiminin başkalarında yankı bulması, başka bir ifadeyle var olduğunu ve anlaşıldığını hissetmesi noktasında değer kazanmaktadır. Ancak başkaları tarafından anlaşılmak istemenin yanı sıra onları anlama çabası içinde olmanın da gerekli olduğu unutulmamalıdır.

Başkalarıyla ilişkide bu şekilde karşılıklı ve dengeli bir yaklaşım sahibi olunmaması, sarkacın ya hep anlaşılma beklentisi ya da kendini öteleyerek hep başkalarını anlama ve anlayış gösterme çabası gibi iki uç arasında salınmasına benzetilebilir. O halde insanın kişisel ilişkilerde de toplumsal yapının kurumları aracılığı ile gerçekleşen ilişkilerinde de kendinden hareketle yani “insan” olma temelinde empati duygusunu devreye sokarak bir düzenleme yapması son derece önemlidir diyebiliriz.

***

İnsanın, insana ve hayata nasıl bir perspektiften baktığı onun başkalarıyla olan ilişkisini etkileyen önemli bir unsurdur. İslam bakış açısını şekillendiren ana kaynak olan vahyin, insanoğlunu bizzat kendini, hayatı, kısaca varlığı, Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla okumaya davet eden ilk hitabının, herhangi bir ön sıfat veya etiket belirtmeksizin, insanlığın içinden çıkarılmış bir insanın şahsında tüm insanlığa yapılmış olması manidardır.

Yine “Renklerinizin ve dillerinizin farklı farklı olması O’nun ayetlerindendir” mealindeki ayet (Rum Suresi, 22) ile son vahyi insanlığa ulaştıran ve yaşadığı hayat ile “güzel bir örneklik” bırakan Peygamber Efendimizin (sav) son tavsiye ve uyarılarını ifade buyurduğu Veda Hutbesi’nde defalarca “Ey insanlar!” şeklinde hitap ederek konuşması ve “Ey insanlar! Şunu iyi biliniz ki, Rabbiniz birdir, atanız da birdir. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap’a, beyazın siyaha, siyahın beyaza takva dışında bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.” şeklindeki sözleri, “yaratılmış” ve “insan” olmak noktasında ortak paydamıza dikkat çeken ve birbirimizle muhataplığımızda bakış açımızı şekillendirmesi gereken prensipler olarak anlaşılmalıdır.

İslam perspektifinden bakıldığında Hz. Ali’nin (ra) “İnsanlar senin ya dinde kardeşin ya da hilkatte eşindir” sözüyle ifade ettiği bir anlayıştan söz etmekteyiz. İnsanı atomize bireyler haline getiren ve yalnızlaştıran modern düşüncenin aksine, inananların aynı inancı paylaştıkları kardeşlerine veya insan olmaları hasebiyle ulaşabildikleri her insana karşı “iyilikle emretme kötülükten nehyetme” gibi bir sorumluluğu vardır. Vazife ve sorumlulukların unutturulup sürekli özgürlük vurgusunun yapıldığı ve bir yanlış karşısında uyarı gibi çok masum müdahalenin bile özgürlüklere saldırı olarak algılandığı seküler toplumlarda, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” ya da  “ötekinin acısı” bahanesi ile bencilliği meşrulaştıran tavırlara mukabil bunlara duyarsız kalamayacak bir insan profilinin var olması ancak farklı medeniyet kodları ile insana ve hayata bakmanın bir neticesi olabilir.

Sabır, hoşgörü, nezaket, iyilikle muamele, diğerkâmlık, fedakârlık, paylaşma gibi erdemlerin temelinde de başkalarıyla yatay düzlemde gerçekleşen ilişkilerin sadece bu boyutla ilgili olmadığı, yaşananların olan bitenin insanın Yaratıcı ile olan dikey ilişkisinde muhakkak bir izdüşümü olduğuna dair inancın yer aldığını ifade etmek gerekir.

***

İnsanların birbiri ile “imtihan edildikleri” inancı ilişkilerde belli bir tavrı takınırken sadece imtihan sorusuna takılmayıp “İmtihan Eden”i de düşünmeyi gündeme getirir ve dışarıdan bakıldığında hiç de “rasyonel” görünmeyen tutum ve davranışlar ortaya konabilir. Nitekim 19. yüzyıla damgasını vuran ilerlemeci pozitivist anlayışa göre toplumların teolojik, metafizik aşamalardan geçerek bilimsel düşüncenin hâkim olacağı pozitivist evreye geldiklerinde gelenekseli temsil eden kurumların da geride bırakılacağı iddiası taşımaktaydı. Oysa bu kurumlardan aile insanın başkalarıyla ilişkisinin temellerinin atıldığı yani sosyalleşmenin ilk olarak gerçekleştiği yer olarak bugün de önemini korumakta ve ailesi için “rasyonel” kalıplar içinde değerlendirilemeyecek hizmet ve fedakârlıkta bulunan ebeveyn tutumlarının açıklanması ve anlamlandırılması noktasında farklı bir izah biçimine ihtiyaç vardır. Yine kazancında başkalarının hakkı olduğu düşüncesiyle ve “Mülkün Asıl Sahibi”nin rızasını gözeterek kendisine emanet edilenlere bir şükür ifadesi olarak elindekileri başkalarıyla paylaşmaya sevk eden bir inancın şekillendirdiği toplumsal yapıyla ilgili çalışmalarda da insanı “kâr-zarar” hesabı sonunda, kârı maksimize zararı da minimize edecek şekilde davranacağını varsayan yaklaşımların tek başına yeterli izahı yapamayacağı aşikârdır.

***

Her medeniyet kendi insan, hayat ve varoluş tasavvurunu ifade eden kavramlar çerçevesinde bir anlam dünyası sunar ve buna uygun bir toplum inşa eder.

Toplum yapısının ve toplumsal kurumların inşasında aktif özne insan olduğuna göre farklı medeniyetlerin anlaşılması için öncelikle nasıl bir insan tasavvuruna sahip olduklarının bilinmesi önemlidir.

İnsanın kendisiyle ve başkalarıyla barışık, kendi için istediğini başkaları için de isteyen ve kendisine yapılmasını istemediği şeyleri başkasına yapmayan, sorumluluk ve emanet bilinciyle hareket eden İslam insanının ait olduğu medeniyet dünyasının, bu gibi değerlerini yaşatması halinde gittikçe tek tipleşen insanlığa farklı bir ilişki biçimi ve toplum modelinin de olabileceğine dair bir pencere açılmış olacaktır.