Gerçek bir entelektüelin ihanet edemeyeceği iki şey vardır ve bunlar aslında birbirinden bağımsız değildir: Vicdan ve düşünce.
Vicdanına ve düşüncelerine ihanet edemeyen, hiçbir şeye ihanet edemez.
Bu ülkede etnik kökeni, dini, inançları, fikirleri ne olursa olsun insanların bir arada barış içinde, kardeşçe, eşit haklara sahip, özgür bireyler olarak yaşamalarını savunan, Türkiye’nin bütün ilkeleriyle daha düzgün işleyen bir demokrasiye kavuşması için çalışan, düşünen, yazan ve üreten gerçek bir entelektüel olan Ermeni asıllı vatandaşımız Hrant Dink’i ihanetle suçlayanların aptallığında, vicdanın ve düşüncenin sımsıkı ilişkisinden duyulan bir nefretin sırıttığını görmemiz gerekiyordu. Bir yazısında Ermenilere “Damarlarındaki kanı zehirleyen Türk düşmanlığından kurtulmaları” için çağrıda bulunan bir insanı, “Türk kanı zehirlidir” dediği iddiasıyla yargılamanın ve ne dediği son derece açık bir metni anlamamakta veya yanlış anlamakta direnerek mahkum etmenin başka izahı var mı bilmiyorum. Ne yazık ki bu nefretin, aptallığı nasıl ölümcül kıldığını artık Hrant Dink’in cansız bedeniyle birlikte hatırlayacağız. Hölderlin boşuna söylememişti: “Bir zihnin ve bir kalbin varsa eğer, yalnız birini göster. İkisini de mahkum ederler, ikisini de gösterirsen.”
Hrant Dink, vicdanla iplerini koparmış aklın insanlık dışına kolayca savrulabileceğinin, düşünceyle beslenmeyen vicdanın kör bir düşmanlıktan canavarca besleneceğinin farkındaydı. Zihnini ve kalbini bir arada tutmasını bildi ve bunu göstermekten çekinmedi. Bu yüzden hem mensup olduğu kavmin acılarına ve bir azınlık olarak bu ülkede yaşadığı zorluklara, uğradığı haksızlıklara, sürekli bir şüpheli olarak muamele görmeye sessiz kalmadığı için mahkum edildi, hem “Ermeni soykırımı” iddiasını siyasi çıkarlar arenasında bir silah ve tehdit unsuru olarak kullanan, tarihî bir trajediyi endüstriye dönüştürmeyi planlayan merkezlere şiddetle karşı çıktığı için... O, tarafsız değildi. İki taraflı bir mahkumiyetin kıskacında tek başına taraftı. “İki arada bir derede” değil, gerçek bir entelektüel gibi ‘Araf’taydı: Cennetle cehennemin değil, iki cehennemin arasında.
Tarihçe-i hayatını az çok biliyoruz. Yoksulluk ve yoksunluk içinde, parçalanmış bir ailenin çocuğu olarak yetimhanede büyüdüğünü; İÜ Fen Fakültesinde ve Edebiyat Fakültesinde felsefe okuduğunu; kendisiyle aynı yetimhanede büyüyen eşiyle yetim Ermeni çocuklar için Tuzla’da bir yaz kampı kurup yönettiğini; bu kampa devlet tarafından el konulmasının ve Asala terörüyle birlikte Ermeni düşmanlığının yükseldiği toplumda bir Ermeni olarak yaşamanın doğurduğu güvensizliğin ve ezici atmosferin onu kimliği üzerine düşünmeye nasıl zorladığını; Ermeni cemaatinin sözcülüğünü yapacak, dertlerini, sorunlarını, fikirlerini dile getirecek ve Türkiye’de demokrasi kültürünün yerleşmesine hizmet edecek bir gazeteyi, Agos’u kurduğunu...
Onun hikayesinde insanlığın ortak acılarını, sevinçlerini, umutlarını, kederlerini okuyabiliyoruz. Bu yüzden artık fotoğraflarda gülümseyen o yüz bize yabancı gelmiyor.
Zaten yabancımız değildi. Hepimiz gibi bu topraklara aitti. Kendisini bu topraklarda gözü olmakla suçlayanlara “Evet bu topraklarda gözüm var. Ama bu toprağın üstünde değil, bu toprağın altında gözüm var. Bu topraklara gömülmek istiyorum” sözleriyle cevap verecek kadar ateşli bir aşkla bu topraklara bağlıydı. Bütün yaptıklarını da bu bağlılığın üstüne yüklediği bir sorumluluk olarak yapıyordu. Yazılarıyla, konuşmalarıyla toplumun her kesiminde kemikleşmiş önyargıların kırılmasına çalışıyordu. Barış içinde yaşamamız için birbirimizi dinlemeye, birbirimizi anlamaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyordu. Çok samimiydi, çok dürüsttü, çok açıktı. “Türklüğe hakaret” davasından yargılandığı sıralarda televizyon ekranının buzdan soğukluğunu bile neredeyse eritecek içtenliğiyle, gözleri dolarak “Eğer mahkum edilirsem artık bu ülkede durmam. Hem insanları aşağılayacaksınız, hem onlarla birlikte yaşayacaksınız. Bu alçaklıktır. Ben böyle bir alçaklığı yapamam.” diyordu. Sesini titreten o derin üzüntü, bugün kalbimizi titreten sevgiyi besliyor. Yine bir röportajda “Hiç Türkiye’den ayrılıp gitmeyi düşündünüz mü?” sorusunu “Hiçbir zaman düşünmedim. Bugün Ermenistan cennet mekan olsa yine oraya gitmem. Avrupa’yı, Amerika’yı altın tepside sunsalar gitmem. Gözünüzü seveyim, her kök kendi toprağında. Benim köküm burada. Bana ait olmayan cennetlere gitmem.” diye cevaplıyordu.
Ne Türkiye’den ne de başka bir devletten, 1915’te iktidarı elinde tutan kadronun uyguladığı “Ermeni tehciri”ni soykırım olarak kabul etmeleri yönünde bir talepte bulunulmaması gerektiğini ısrarla vurguluyordu. O, yaşanan acıların ortak bir acı olarak kabullenilmesini istiyordu. Yaşananları unutmamayı ve bu unutmayıştan düşmanlık üretmemeyi başarmayı, insan olmaya daha çok yakışacağı inancıyla savunuyordu.
Bugün, Hrant Dink’e cevabımızın başına sıkılmış kurşunlardan ibaret olmadığını göstermekle yükümlüyüz.
Walter Benjamin, “Alman Enflasyonunda Bir Gezinti” başlıklı yazısında, “Almanya’nın göğünü ağır bir perde kapatmış durumda.” diyordu. “Bu ülkeye tıkıştırılmış insanlar artık insan kişiliğinin ana hatlarını seçemiyorlar. Her özgür kişi onlara bir tuhaflık olarak görünüyor. ”
Hrant Dink’in katledilmesine uzanan süreci hazırlayan o ezici, bunaltıcı hava, Benjamin’in bahsettiği ‘ağır perde’ gibi çoktandır üstümüze çökmüş durumda: Kitlesel bir bütünlük olarak biçimlendirilmiş ‘kendilik zihniyeti’nin dışarıda bıraktığı ya da bu zihniyete itiraz eden herkesi, her düşünceyi düşman olarak hedef seçen bir milliyetçilik anlayışı; bu azmanlaşan ideolojinin bile içini dolduramadığı, ama yönlendirmekte usta olduğu bomboş cehalet; işsizliğin, eğitimsizliğin, mevcut toplumsal yapı içerisinde itibarlı bir yer kazanmanın vahşice bir saldırganlıkla mümkün olduğunu olumlayan bir işleyişin, geleceğe dair ümitsizliğin ve korkuların beslediği bir şiddet ortamı... Hrant Dink gibi özgür ve farklı kişiliğini cesurca ortaya koyanların bir tuhaflık olarak görülmesine sebep olan bu ağır perde, üstümüzden kolayca kalkacağa benzemiyor.
Zira Dink’in cenazesinde şahit olduğumuz umut verici tablo, yerini hızla o sıkıcı, tanıdık manzaraya bıraktı bile. Büyük bir haksızlık karşısında mazlumun yanında olunduğunu göstermek için taşınan “Hepimiz Ermeniyiz” pankartlarına tepki olarak, saçma bir rövanş duygusuyla “Hepimiz Türküz” sloganları yükselmeye başladı. “Aşırı hassasiyet”, ayrımcılığa, şiddete, zulme maruz kalanları savunmanın insanlık görevi olduğunu bu kadar çabuk mu unutturuyor? İsrail’in insanlık dışı saldırılarına “Hepimiz Filistinliyiz” diye karşı çıkarken başka bir şey mi amaçlıyorduk?
Takımlarının futbol maçını izlemeye başlarında beyaz berelerle giden gençler, ufkumuzun hâlâ simsiyah ve işimizin gerçekten zor olduğunu gösterse de, bu ülkeye ve bu ülkenin o dürüst ve cesur insanına, Hrant Dink’e borçluyuz. Bir şeylerin iyiye doğru değişebileceğine duyduğu sarsılmaz inancını bir miras olarak devralmak, ona olan borcumuzun bir parçası. Ve elbette, gazetesine verdiği ismin (Agos) anlamı gibi, bu topraklarda bıraktığı izin silinmesine izin vermemek…