TR EN

Dil Seçin

Ara

Yazı Gör Kışı Anla, Yokuşu Gör İnişi Anla

Bu dünyada her olayın bir görünen, bir de görünmeyen yönleri vardır.

Saatin ön yüzüne bakanlar akrep ve yelkovanın hareketlerini görür.

Arka yüzüne nazar edenler ise, saatin içindeki çarkların işleyişini görür.

Her şeyin bir mülk, bir de melekût yönü var.

Bu ölüm için de geçerlidir.

Çoğu insan, ölümün sadece görünen dış yüzüne baktığı için, ölümün arkasındaki güzelliği göremez. Belki şikayet ve itiraz eder diye, araya İlâhi hikmet gereği perdeler konulmuş.

Ölüm meleği olan Azrail (as) da ölüme bir perde. Hastalık ve kazalar da, ölüm meleğinin vazifesine ayrı bir diğer perde.

Aslında perdeler arkasında iş gören ise; ezeli ve ebedi kudret sahibi olan Allah’tır (cc).

İnsan perdeleri aşabilecek duygularla donatılmıştır.

Gördüğüne bakıp aldanmamalı, perdeleri aşmalı insan.

Perdelerin arkasındaki hikmet ve güzellikleri görmeli.

İnsan, uzaktan dumanı görüp ateşi anlar.

Yazı görüp, kışı anlar.

Yokuşu görüp, inişi anlar.

Dünyaya gelenlerin de bir gün gideceklerini anlar.

Batan güneşin ertesi sabah tekrar doğacağını da yaşadığı tecrübelerle bilir.

Hayat güneşinin bir gün doğduğunu gören insan, bir gün de yine ölümle batacağını anlar.

Ancak her doğan güneş gibi, hayat güneşimizin de mahşer sabahı tekrar ve daha parlak bir şekilde doğacağına iman eder, o güne de görür gibi inanır.

Mevlâ’nın insanın bu dünyaya geliş ve gidişindeki hikmeti nedir acaba; biz ona nazar etmeliyiz.

Olayların kışrına, kabuğuna takılıp kalmamalı insan.

Zahirden, hakikate geçenler Esma yoluyla müsemmayı bulurlar.

Rabbimizin Hayy, yani ‘hayat verici’ isminin tecellisini görenler. Bir gün Mümit yani ‘ölümü veren’ isminin de tecelli edeceğini bilirler.

Evet, elbise eskise de, bunun bedene bir zararı olmaz.

Aynen öyle de...

Beden elbisemiz ölümle değişse de, ruhumuza bir şey olmaz.

Bilen ve ona göre iman edenler, olayların arka planına bakar, rahat ederler.

Ölümdeki hikmet ve rahmet cihetini herkes anlayamaz.

Ama bu anlaşılmaz demek değildir.

Akıl var, ilim var, kalb var, sezgi var, vicdan var.

Bunlar insanı diğer varlıklardan ayıran en önemli duygular.

Gayret edecek insan, merak edecek ve en önemlisi de hayret edecek ki, ona da perdeler açılsın ve ölümdeki hikmet yönünü görebilsin.

...

Buna bir örnek verelim:

Rahmetli Şükrü Karaca, ‘Dünyayı Dolduran Kiraz’ (1990) adlı şiirimsi bir üslubun ağır bastığı romanında insanın ölüme bakışını inceler.

Roman kahramanı Kepenek’in babasının vefatının ardından ölüme dair teselli edici kıssayı, Çavuş Dede’nin dilinden anlatır:

“Davut Aleyhisselam’ın yolu bir vahadan geçer.

Bakar ki bir tek ev var. Yerde genç bir anne yatar. Göğsünden iki çocukta emmekte.

Annelerinin öldüğünden habersiz, ha bire emer yavrucaklar. Ne kimleri var, ne kimseleri…

Davut Aleyhisselam’ın gözleri dolar:

‘Ey Allah’ım, şu kadına biraz daha mühlet versen n’olurdu!?’ diye sual eder.

Nida gelir ki:

‘Ya Davut, eğil de koltuğunun altından geriye bak!’

Davut aleyhisselam bakar ki ne görsün:

Büyük şehir. Tepe yerde bir saray, ıldır ıldır ışıldar.

Bu şehir kimin şehri, bu saray kimin sarayı demeye kalmadan atlılar çıkar yola.

Başlarında iki yiğit ki, olursa öyle olur.

Kese kese altın saçarlar, durup bakanların üstüne.

Alan da dua eder alamayan da.

Bir adamı kenara çeker Davut aleyhisselam;

‘Ya Müslüman kim bu yiğitler?’ diye sorar. ‘Vallahi’ der adam, ‘bunlar bizim emirlerimiz.’

‘Şu sarayda otururlar. Varlıklarını fakire fukaraya dağıtırlar. Allah’ın bir sevgili kullarıdır ama soylarını soplarını pek bilen yok. Babaları bir harpte mi ne gitmiş. Daha yeni doğmuşlar, süt emerken anneleri de ölmüş. Bizim eski emir—mekanı cennet olsun—avdan dönerken bulmuş bunları. Getirip büyüttü. Kızlarını da verip saltanat sahibi yaptı. Temiz süt emmişler vesselam. Emdikleri sütün de hükmünü verirler…’ deyince adam..

Davut aleyhisselam birden başını çevirir bakar ki, çocuklar hâlâ emmekte:

‘Yâ Rabbî sana sığındım.’ der.

Kırk gün, kırk gece namaz kılar.”

...

Evet, her şey kader ile takdir edilmiştir.

Vade geldiğinde ne geri ne de ileri hiç kimse kalmaz.

Bütün mesele; kendini her gün göstere göstere ve hissettire hissettire gelen ölüme karşı yaşarken hazır olmakta.

“Mevt, ancak, ruhun ceset kafesinden çıkmasıyla tebdil-i mekân etmesinden ibarettir.” (İşarat’ül İcaz, 318)

Hazırlığı yazdan yapanın, kıştan çekincesi olmaz.

Dünya yazından, ahiret kışına hazırlıklı olmalıyız biz de.

Ölüm mukadderattandır yaşayan her canlı tadacak bu nimeti.

Allah’ın yarattığı her şey güzeldir ve bir nimettir.

Verdiği her şey nimet olduğuna göre...

Ölüm de bir nimettir.

“Hayatı veren O olduğu gibi, hayatı alan, mevti veren dahi yine O'dur.” (Mektubat, 342)

Vermek olumlu bir hal içerdiğine göre, olumsuz bir şey yok demektir ölümde…

Hayatını ve yol pusulasını Yaradanın gösterdiği istikamette tutanlara ve yol alanlara ne mutlu...

Elbette, onlara ölümün de bir müjdesi olacaktır.

Şükür ki vardır.

“Evet, mevt yalnız tahrip ve sönmek değildir ki esbaba verilsin, tabiata havale edilsin. Belki, nasıl bir tohum zâhiren ölüp çürüyor; fakat bâtınen bir sümbülün hayatına ve yoğurmasına, yani cüz’î tohumluk hayatından, küllî sümbül hayatına geçiyor. Öyle de, mevt dahi zâhiren bir inhilâl ve bir intifâ göründüğü halde, hakikatte, insan için hayat-ı bâkiyeye ünvan ve mukaddime ve mebde’ oluyor. Öyle ise, hayatı veren ve idare eden Kadîr-i Mutlak, yine elbette mevti dahi O icad eder.” (Mektubat, 342)

Geçen de bir videoda gördük Mısır’da bir gelin hanım, nikah esnasında vefat etti.

Ölümün günü, saati yok yani.

Hayatın günü olmadığı gibi ölümün de günü ve yaşı yok.

Bu videoda onu bir kere daha anladık.

Cüneyd Suavi’nin sözünü yeniden hatırladık.

“Her insan ölebilecek yaştadır.”