TR EN

Dil Seçin

Ara

Aşk Deyince...

Aşk Deyince...

Hz. Mevlana ve Hz. Bediüzzaman'dan Aşk Kavramı

Hz. Mevlânâ’nın en çok tanımlamaya ya da anlatmaya çalıştığı kavram “aşk” kavramıdır. Tanımlamaya çalışmıştır, çünkü insanın diğer tecrübeleri gibi, aşk da doğrudan doğruya yaşanıp anlaşılan bir tecrübe olup kolaylıkla dile getirilemez, başkasına tam olarak aktarılamaz ve haliyle tanımlanamaz. Bu gibi kavramlar ancak tasvir edilir yani betimsel olarak anlatılabilirler. Böylece Hz. Mevlânâ’da 128 aşk tasviri ile karşılaşmaktayız.1 Bunlara örnek olarak bir kısmını burada verebiliriz:

Aşk; Allah’ın bir vasfıdır.

Aşk; ebedî diri olandır.

Aşk; asl’a gitmektir.

Aşk; eminliktir.

Aşk; canlılıktır (o olmasaydı dünya donup kalırdı).

Aşk; kurtuluştur...

Aşk; berekettir, arınmadır.

Aşk; susuştur.

Aşk; cihanda öteden beri kapalı kalmış bir sırdır.

Aşk; can tatlılığıdır, tüm tattır.

Aşk; gerçekten de ululuktur, beyliktir.

Aşk; gerdanlıktır.

Aşk; ruhun nurudur.

Aşk; hayatın aslıdır, temelidir; varlığın kaynağıdır.

Aşk; bütün güzel hayallerin özdür.

Aşk; bengisudur.

Aşk; dönüştüren bir kimyadır, anlamlar definesidir.

Aşk; gönül açıklığıdır.

Aşk; uçsuz bucaksız, sırlarla dolu bir deryadır.

Aşk; ateşi söndürülemeyen yüce bir ışıktır.

Aşk; dileği, isteği, iradeyi-ihtiyarı terk etmektir.

Aşk; divaneliktir.

Aşk; çaresizliktir.

Aşk; kendisi de, dili de garip olandır.

Aşk; kendinden ve varlıktan geçmektir.

Aşk; kaynamadır, coşmadır, sararmadır, solmadır.

Aşk; ağlamadır, çağlamadır.

Aşk; tüm bir varlıktır; hem taç, hem zincirdir.

Aşk; kişiyi hem yaralayan, hem şifa veren; hem bulanıklaştıran, hem arı-duru bir hale getiren; hem üşüten, hem ısıtan; hem ağlatan, hem de güldüren bir derttir.

Aşk; değer biçilmeyendir.

Aşk; hile de değildir, düzen de!

Aşk; ne büyüdür, ne oyunbazlık!

 

 

Kaynaklar:

1. Bkz. Emiroğlu İbrahim, “Mevlânâ’da Aşkı İfade Etme İmkânı ve Aşk Betimlemeleri”, DEÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, İzmir 2008, Sayı: XXVII. ss. 29-36.

 

***

 

Hz. Bediüzzaman eserlerinde pekçok yerde aşkı anlatmış, etkileyici izahlar getirmiştir. İşte bunlardan bazıları:

Sual: Mahbuplara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılâp ettiği gibi, acaba ekser nasta (insanlarda) bulunan, dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî dahi bir aşk-ı hakikîye inkılâp edebilir mi?

Elcevap: Evet. Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fenâ çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbup arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esmâ-i İlâhiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmaya muvaffak olursa, o gayr-ı meşru mecazî aşk, o vakit aşk-ı hakikîye inkılâba yüz tutar. (1. Mektup)

♦♦♦

Hem şefkat pek geniştir. Bir zat, şefkat ettiği evlâdı münasebetiyle, bütün yavrulara, hattâ zîruhlara şefkatini ihata eder ve Rahîm isminin ihatasına bir nevi aynadarlık gösterir. Halbuki aşk, mahbubuna hasr-ı nazar edip herşeyi mahbubuna feda eder. Yahut mahbubunu îlâ ve senâ etmek için başkalarını tenzil ve mânen zemmeder ve hürmetlerini kırar. Meselâ biri demiş: “Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor; görmemek için bulut perdesini başına çekiyor.” Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz İsm-i Âzamın bir sahife-i nuranîsi olan güneşi böyle utandırıyorsun?

Hem şefkat hâlistir, mukabele istemiyor, sâfi ve ivazsızdır. Hattâ en âdi mertebede olan hayvânâtın yavrularına karşı fedakârâne, ivazsız şefkatleri buna delildir. Halbuki aşk ücret ister ve mukabele talep eder. Aşkın ağlamaları bir nevi taleptir, bir ücret istemektir. (8. Mektup)

♦♦♦

Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara müteveccih olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır. Veyahut o mecazî mahbup, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılâp eder.

İşte, insanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin, aşk gibi, iki mertebesi var: biri mecazî, biri hakikî. Meselâ, endişe-i istikbal hissi herkeste var. Şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde senet yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüt altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakikî ve uzun ve gafiller hakkında taahhüt altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder. (9. Mektup)

♦♦♦

Bâkî-i Hakikî yalnız Sensin. Mâsivâ fânidir. Fâni olan, elbette bâki bir muhabbete ve ezelî ve ebedî bir aşka ve ebed için yaratılan bir kalbin alâkasına medar olamaz. (3. Lem’a, 1. nükte)

İnsanın fıtratında bekaya karşı gayet şedit bir aşk var. Hattâ her sevdiği şeyde, kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi beka tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevâlini düşünse veya görse, derinden derine feryat eder. Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır. Eğer tevehhüm-ü beka olmazsa muhabbet edemez. Hattâ denilebilir ki, âlem-i bekanın ve ebedî Cennetin bir sebeb-i vücudu, şu mahiyet-i insaniyedeki o şiddetli aşk-ı bekadan çıkan gayet kuvvetli arzu-yu beka ve beka için fıtrî, umumî duadır ki, Bâkî-i Zülcelâl, o şedit, sarsılmaz, fıtrî arzuyu, o tesirli, kuvvetli, umumî duayı kabul etmiştir ki, fâni insanlar için bâki bir âlemi halk etmiş. (3. Lem’a, 2. nükte)

♦♦♦

Beşer (insan), fıtraten, şu kâinatın Hâlıkına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünkü fıtrat-ı beşeriyede cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemal ve kemal ve ihsan derecâtına göre o muhabbet tezayüd eder, aşkın en müntehâ derecesine kadar gider.

Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde kâinat kadar bir aşk yerleşir. Evet, kalbin mercimek kadar bir sandukçası olan kuvve-i hafıza, bir kütüphane hükmünde binler kitap kadar yazı, içinde yazılması gösteriyor ki, kalb-i insan, kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir. (11. Lem’a, 10. nükte)